Ege ve Akdeniz kıyılarında pek hissedilmeyen "devrim/darbe" İstanbul’da bütün ağırlığı ile gündemdeydi. Yeni iktidarın meşruiyet sorunu, en azından büyük kentlerde, özellikle geniş gençlik kitlesinin desteği ile aşılmış gibiydi. Başta Cumhuriyet olmak üzere önde gelen günlük gazeteler askerlerin en kısa zamanda serbest seçimlerle iktidarı sivillere devredeceklerine vurgu yaparak meşruiyeti kanıtlıyordu. En açık destek ise DP döneminde ağır baskılara hedef olan Akis dergisinden geliyordu:
"Bir iktidar devrilmiş bulunuyor. Sadece ihtilal günü sokaklara fırlayan halkın sevinci heyecanı bu iktidarın ne derece nefret edilen bir iktidar olduğuna göstermeye yetmiştir. Sabık ekâbir şu anda bütün bir milletin maskarası olmuş vaziyettedir ve Bayarların, Mendereslerin acıklı sonları ancak iğrenme hissi uyandırmaktadır. Zaten 27 Mayıs Hareketi'nin bu kadar kolay başarı kazanması aklı başında, namuslu her Türkün tam desteğine malik bulunması neticesidir." (Akis, 9 Haziran 1960: 8)
14 Ekim 1960 günü uzun zamandan beri beklenen Yassıada mahkemesi duruşmaları başlamıştı. Yargılamaların hukuki boyutu o zamanlar fazla ilgi alanımız içinde değildi. On dört hukukçudan oluşan ve "Yüksek Adalet Divanı" diye adlandırılan heyetin hakim ve savcıları doğrudan "Milli Birlik Komitesi" (MBK) tarafından atanmıştı. Mahkeme başkanı kıdemli hâkim Salim Başol, başsavcı Altan Ömer Egesel’di. Bu iradenin arkasında ünlü hukukçu hocalarımızdan oluşan bir danışma kurulunun bulunduğunu sonradan öğrenmiştik. 27 Mayıs günü başta İstanbul Üniversitesi rektörü Sıddık Sami Onar olmak üzere, İstanbul Üniversitesi’nden bir grup öğretim üyesi, askeri bir uçakla Ankara’ya götürülmüştü. Anımsadığım kadarıyla içlerinde Naci Şensoy, Hüseyin N. Kubalı, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Ragıp Sarıca, Tarık Zafer Tunaya, İsmet Giritli’nin de bulunduğu bu hukukçular MBK başkanı Cemal Gürsel Paşa tarafından ağırlanmış ve kendilerinden hızla, müdahalenin "hukuki meşruiyeti"ni kanıtlayan bir bildiri yazmaları ve yeni anayasayı hazırlamaları istenmişti. Bu grup Ankara’dan katılanlarla birlikte o ünlü meşruiyet bildirisini hızla hazırlamış ve anayasa çalışmalarına başlamıştı.
Yassıada duruşmaları radyodan naklen veriliyordu. Ayrıca belli koşulları yerine getirerek gidip doğrudan duruşmaları izlemek de mümkündü. Yassıada’ya gitmek için nasıl bir işlemle izin aldığımızı anımsamıyorum ama üniversite öğrencileri için o duruşmaları izlemek kolaydı. Birkaç arkadaşla birlikte izlediğimiz duruşmalarda özellikle Menderes’in hali içler acısıydı. Zayıflamış, rengi solmuş, sanki beden olarak küçülmüş ve yaşlanmıştı. Bu manzarayı o sırada ne gözle seyrediyorduk tam anımsamıyorum. Yargılanan tutukluların suçlu olduklarından kuşkumuz yoktu ama ortada açıklayamadığımız acıklı bir durum vardı. Çoğumuz işlenen suçun çok ağır olduğuna ve cezalandırılması gerektiğine inanıyor, eğer bu kadronun yeniden siyasete dönmesine izin verilirse ilerde aynı şeyleri yapacaklarını düşünüyorduk. Öte yandan, duruşmalar devam ederken sağlık sorunu sonucu ölenler, intihar girişiminde bulunanlar oluyor, bunlar genel kamuoyunda ve üniversite öğrencileri arasında, adı konmamış bir rahatsızlığa yol açıyordu. Başlangıçta hesap sorma heyecanı ağır basarken, giderek herkes, mahkemelerin bir an önce bitmesini ister hale gelmişti.
Yanlış anımsamıyorsam ilk duruşmada Bayar’ın Afgan Kralı tarafından, resmi ziyaret vesilesiyle kendisine hediye edilen kıymetli bir tazıyı 1000 TL karşılığında satmasıyla ilgiliydi. Onu Menderes’in ünlü "Bebek Davası" izlemişti. Menderes’in "gayrimeşru" ilişki (?) içinde olduğu bir opera sanatçısından olma bebeğin öldürüldüğü iddia ediliyordu. Bayar tazıyı satıp parasıyla bir köye çeşme yaptırdığını, Menderes ise çocuğun ölü doğduğunu ileri sürmüş, ancak her iki dava da bir biçimde "anayasa ihlali" davasına bağlanmıştı. Duruşmalar sırasında Bayar, Kurtuluş Savaşı’ndan kaçmak, Başbakan Menderes ise, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’la birlikte 6-7 Eylül olaylarını tertip etmekle suçlanmıştı. Bu arada, bir taraftan Menderes’in makam odasındaki kasadan çıktığı söylenen bir kadın külodu suç delili olarak duruşmada sanıklara gösteriliyor, bir taraftan da İnönü’ye Topkapı olayları sırasında "suikast" düzenlendiği iddiası gündeme geliyordu. Kısaca mahkemeler bir tür seyirlik sahne gösterisine dönmüş ciddiyetini kaybetmişti.
1961 Eylül ortalarında 500’e yakın tutukludan, neredeyse yarısı için idam istendiğini ve sonunda 15 kişi için karar verildiğini öğrenince şaşırmıştık. Sonunda idamlar üç kişiye inmiş olsa da, çoğumuz bunların da bir biçimde infaz edilmeyeceğini düşünüyorduk. Öyle olmadı, 17 Eylül’de infazlar gerçekleşti. İtiraf etmeliyim ki bu sonuç beni ve çevremdeki arkadaşları fazla etkilemedi. Sanki hayatımız boyunca benzer çok olay yaşamışız gibi, kendimizi "devrimler kanlı olur" klişesine inandırmıştık. Bu konuyu kendi aramızda bir kere bile oturup ciddi şekilde tartıştığımızı anımsamıyorum.
O günlerde İstanbul Üniversitesi'nin merkez binasındaki ünlü "hukuk kantini" ilk kez 27 Mayıs’ı destekleyen öğrenci çoğunluğunun egemenliği altına girmiş durumdaydı. Sosyalist gençler olarak bazı tereddütlerimizin olmasına ve askerler tarafından gençlik dergisi projesinden dışlanmamıza karşın, biz de hâlâ aynı saflardaydık. Arada kantinde görünen Demokrat Parti (DP) yanlısı sağcı öğrenciler ya bir köşede sessizce oturur ya da çıkar giderdi. O günlerden birinde mukaddesatçı çevrelerin önde gelen simalarından biri olan Kadir Mısırlıoğlu her nasılsa kantine gelmişti. Nasıl başladığını öğrenemediğim bir biçimde "devrimci" öğrenciler, ortadaki büyük yuvarlak masalardan birinin etrafında toplanmış onunla sert şekilde tartışmaya girişmişlerdi. Aslında tartışmadan çok, öğrenci işi bir tür "halk mahkemesi" kurulmuştu. O sıralarda Hukuk Fakültesi'nde öğrenci olan ve bugün de ünlü bir ceza avukatı olarak mesleğini icra eden arkadaşımız da, bir tür yargıç rolünde duruşmayı yönetiyordu. Bir ara tartışma kontrolden çıkmış ve itiş kakış arasında Kadir Mısırlıoğlu hızla kapıya yönelmiş ve arkasından laf atarak gelenlerle birlikte dışarı çıkmıştı. Mısırlıoğlu biraz hırpalanmış halde koşarak uzaklaşırken bir ara arkaya dönmüş ve parmağını sallayarak "Bu günler uzun sürmez, geri geleceğiz ve size göstereceğiz…" mealinde tehditler savurarak gitmişti.
Aradan geçen yıllar içinde bu tehditler belleğimden hiç silinmedi. Geri döndüklerinin ilk kanlı işaretini 1969’da ben yurtdışında iken verdiler. Solcu gençlerin "6. Filo"yu protesto etmek amacıyla Taksim’de yaptıkları gösteriye, "Müslüman Türkiye" sloganlarıyla saldırıp iki genci öldürdüler. 1969’daki "Kanlı Pazar"dan sonra ikinci şoku, 6 Mayıs 1972’de Deniz’lerin infaz edilmesi sırasında, Adalet Partisi (AP) saflarından " Üç bizden, üç sizden" sedaları yükselirken yaşadık. Her birimiz yıllar içinde o günlerdeki ruh halimizle sessizce hesaplaştık.
1976’da Ankara’da 27 Mayıs 1960 dönemindeki Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) önde gelen üyelerinden, sınıf arkadaşım Oryal Gökdemir’in dayısı Muzaffer Yurdakuler’in, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) Öğrenci Derneği Başkanı olan oğlu Hakan Yurdakuler’i fakülte bahçesinde öldürdüler. Ondan iki yıl sonra, 1978’de İstanbul Üniversitesi’nin önünde bombalı saldırıyla 7 solcu genci öldürdüler. Ondan bir yıl sonra da Ankara Bahçelievler’de, TİP’li 7 genci katlettiler.
Milliyetçilikle cilalanmış "siyasi İslâm" ideolojisinin iktidarı altında yaşadığımız bu günlerde, başındaki Osmanlı fesiyle Mustafa Kemal’e hakaretler yağdırarak, "şeriat" çağrıları yaptığı videoları sosyal medyada serbestçe dolaşan Kadir Mısırlıoğlu, yattığı hastanede, AKP Genel Başkanı ve yeni rejimin cumhurbaşkanı tarafından ziyaret edildi. Vefatından kısa bir süre önce, "vasiyetimdir, Mustafa Kemal’e zerre muhabbeti olan cenazeme gelmesin" dediği bilinen Mısırlıoğlu’nun, 6 Mayıs 2019 günü Çamlıca Camii’nde yapılan cenaze törenine TBMM’nin eski ve yeni başkanları dahil olmak üzere AKP’nin ileri gelenleri tam kadro katıldılar. Durum budur. 1960’da İstanbul Üniversitesi kantininden kovulan Mısırlıoğu sözünde durmuş ve yarım asır sonra mutlak iktidar olarak dönmüştür.