01 Ocak 2023

Yılbaşı öncesi çılgın bir İstanbul haftası

Herkesin sorgusu kendiyle ve kendi içinde. Mahkeme, yargıç, savcı, karar; hepsi orada. Yılbaşı da o sorguların, yeni kararların ve doğacak yeni ben'in en doğru zamanı! E o zaman herkese iyi ki doğdun, iyi ki yeniden doğdum!

Hayatla farklı bir ilişkim var. Zaman, birlikte akmam gereken bir dans partneri sanki. Boşa giden her saniye, içime oturan bir küçük öküz. Kendimi bildim bileli böyleyim.

Arada nadas zamanları, kısa süreli duvar ve tavan seyretmeleri, pijama ve kahve fincanıyla geçen birkaç günler tabii var. Ama kitapsız, ajandasız, yapılacaklar listesiz ve seyahat planı olmadan yaşayamam ben. Hep öğrenmeli, görmeli, hareket etmeliyim. İlerlemeli ve dokunduğum insanları ilerletmeliyim.

İyi yaşa, iyi yaşat

İyi yaşamak, sağlıklı olmak, sanırım kendimize olan görevlerimiz.
Yetmez; her tür ölçme ve değerlendirme yöntemini kullanarak, hayat denen çizgide A noktasından B noktasına vardığımıza emin olmamız lazım.

Ancak bu da yeterli değil. Bir tek "ben" ilerlemişim, öğrenmişim, kazanmışım, görmüşüm; olmaz. Elimizin değdiği "diğerleri" de ilham almalı, görmeli, motoru çalıştırmalı.

Ah tamam, oldu deyip rahat nefes almak yine yok. Bu defa da "Ne kadar fayda sağladım? Dünyaya ne kattım?" diye sorgulama zamanı.

Herkesin sorgusu kendiyle ve kendi içinde. Mahkeme, yargıç, savcı, karar; hepsi orada.
Yılbaşı da o sorguların, yeni kararların ve doğacak yeni ben'in en doğru zamanı!
E o zaman herkese iyi ki doğdun, iyi ki yeniden doğdum!

Hayvan öküzlerden binlerce özür

Geçen haftaki yazıma hem övgüler aldım hem de eleştiriler. "Farih Bey hislerimize tercüme olmuşsunuz" diyenler oldu. Yazı tavrımı beğenmeyenler, dünyayı kirleterek, kırıp dökerek yaşayanlara "öküz" dediğim için mutsuz olanlar da…

Öncelikle, insanlara yüzyıllardır yardım eden o güzelim hayvanlardan çok özür dilerim. Güzel hayvanlar olmasa tarım, taşımacılık nasıl yapılırdı? Hâlâ bile öyle birçok yerde.

Hayır, "öküz" demesem, "hıyar" diyeceğim. Bu sefer de zarzevat dünyasına bir özür borcum olacak. Yazın dolaptan alıp soğuk soğuk yediğim o şahane sebzeye de haksızlık!

Kastım şu: Toplumu, düzeni hiçe sayıp yaşayan, aslında sadece zararlı insanlar topluluğu.
Biliyorsunuz, psikolojik bozuklukların belli bir sınıflandırması var. Piramitin en tepesinde psikotik bozukluklar oturur. Psikotik düzeyde hasta olanların belli bir oranı var. Bize öğretilen yüzde 1 idi. Yıllarca bu böyleydi. Caniler, gözü kapalı hırsızlık yapan, adam öldürebilen, ormanları ateşe verenler falan.

Şimdi sıkı durun, psikotik bozukluk oranı arttı; tanımı genişledi. Bazıları yüzde 6'lardan bahsediyor. Benim gördüğüm oran, daha bile yüksek diyebilirim.

Tanım kriterleri de tartışmalı. İlle tecavüz mü etmesi gerekiyor? Elle sarkıntılık eden adam da psikotik değil mi sizce? Arabasını üç arabayı engelleyecek şekilde park eden, poşet poşet çöpünü denize savuran ya da? Yasak olmasına rağmen ateş yakıp alem yapan, geride çöp yığını ve sönmemiş ateşini bırakarak ayrılan? Tabii bir oran var; ama bence bunlar da psikotik hastalar.

Psikotik hastalıklar, tedavi edilmesi en zor grup. Psikiyatr ile birlikte yürütülmesi gereken çok ince bir yol var. Bazı durumlarda yatarak tedavi ve elektro şok gerekli. Yıllar içinde bu hastalarda beyin ameliyatları deneyen, zamanına göre kural tanımayan davranış bilimcilere de rastlandı.

Şimdi gelelim konuya: Zarar, ne kadar olursa "eyvallah"; sınır nerede? Sistemi ne kadar bızarsak "ok", ne kadarı değil?

İşte orası da biraz muallak. Toplumdan topluma ciddi değişiklikler gösteriyor. Bence "öküzlük", tam bu yüzden, insani yaklaşımlarla, zarif eğitimlerle falan önlenemez. Öküzlük, zaman içinde tekrar eder ve/veya dozunu arttırır. Alışkanlığın, provanın verdiği rahatlıkla, başkasına zararlı davranış mutlaka tekrar eder. Kendisini koruyan, davranışlarını onaylayan yakın çevresine sığınır.

Bu insanlardan başka ben'ler çıkartmak, imkansıza yakındır. Çok sıkı kanunlar, kurallar, öğreticiler, uygulayıcılar gerektirir. O adamın zararlı davranışını silip, empati duygusunu geliştirip yararlı birey olması, çok ama çok zor bir yol. Şu anda ne böyle öğreticiler, ne de kanun uygulayıcıları var. Sistemi, diğerini düşünmeyen binlerce, hadi adına insan diyelim, bizimle aynı dünyada yaşamıyor mu? Aralarında binlerce tecavüzcü, hırsız, kanun kaçağı, hapis cezası kesinleşmiş ama içeri alınmayan suçlu yok mu?

Sosyal demokrat, insan sever tarafım bu konularda suskun kalır bu yüzden. Öküzler birbirini bulur, birbirini kollar. O yaşam alanlarında, antisosyal davranış kalıplarıyla, aynen yaşamaya devam ederler…

Hayvanlar aleminden binlerce kez özür dilediğimi de bir kez daha yineliyorum. Ve de büyük Türk düşünürü, filozof ve sosyal bilimci Aysun Kayacı'yı, bir kez daha şapkamı çılartarak anıyorum.

Dertleri tasaları at gitsin

Küçük kızımın okulu tatildi. Hadi buz patenine gidelim, dedik. Ah nasıl güzel bir gündü… Hava güneşli ve taptaze. En sevdiğimiz şarkılar çalıyor. Karanlık çökmeye başladıkça da ışıklar yanıyor tepemizde. Renkli, yanar döner.

Ne yoğun bir seneydi benim için. Yaptıklarımı, yapamadıklarımı düşündüm. İnsan en çok başarısızlıklarına odaklanır. Aklımızdan geçen her bir olumlu düşünceye karşılık, sıkı durun, tam 6 tane olumsuz düşünce geçer. Kendimiz, çevremiz, gelecek, ortam…
Bu kadar karmaşık olmak zorunda mıydık?

Hayat dediğimiz kısacık yolculuğu olan bir gemi. Bindik, inivereceğiz ilerideki durakta. Bu kadar.
Buzun üstünde kaydıkça, bıraktım sanki. O tutunduğum başarısızlıklarımı, üzerinde ısrarla durduğum kabiliyesizliklerimi bıraktım. Kaydım; olduğum gibiyi kabullenerek kendi ayakkabılarımı giyindim sonra da.

Şerefiye Sarnıcı, mutlaka

Güzel insanların vedası, ansızın geliyor. Pakize Suda'ya çok üzüldüm. Ne komik kadındı! Gerçek çatlak, müthiş bir yürek, acayip bir zeka. Şimdi Ayşe Gencer'in gittiğini öğrendim. Nasıl zarifti, nasıl içtendi…

Bu yıl ne çok sevdiğim insanla vedalaştım. Ahmet Tulgar, güzel insan, kocaman yürek; ansızın gitti. Billur Kalkavan'ı yıllardır görmüyordum, ama hep sevdiğim insanlar listesindeydi. Yazışıyorduk, iyidi de son günleri hariç. O da öyle, bir anda gitti.

Kararlarım kesin: Değer verdiğim, çok sevdiğim herkesle daha bol vakit geçireceğim. Anılar, anlar, kahkahalar kalsın…

Samra geldi Amerika'dan. Benim ortaokul ve liseden sınıf arkadaşım. Yıllarca arkalı önlü oturduk. Ben önde Önder'le; Samra'da arkada Sedef'le. Önder ve Samra doktor oldular. Sedef, annesi Jale Yılmabaşar'ın izinden gidip çok başarılı bir ressam oldu. Ben de böyle bir şeyler.

Neyse, Samra'cım sabahtan bana geldi. Kahvelerimizi içip İstanbul turumuza başladık. Hanlar, çay ocakları, küçük sergilerle oyalandık. Görmediğimiz Şerefiye Sarnıcı'nı ziyaret etmeye karar verdik.

Dışı cam konstrüksiyon, şık ve modern duruyor. Hani Paris'te falan da yaparlar ya; tarihi bir yapıdan rol çalmamak adına, çok minimalist ve şeffaf bir giriş. Çok sevdim.

Sarnıç, 1600 yıllık. 400'lerde, 2. Teodosius zamanında inşa edilmiş. İstanbul o zamana göre de kalabalık. Su ihtiyacı her geçen gün artıyor. Sarnıçlar da halkın imdadına yetişiyor.

Kolonların ve blokların bu denli sağlam kalmış olmalarına çok şaşırdım. Blokların üzerindeki mermerler, Marmara Adası'ndan.

Biz Şerefiye Sarnıcı'nın ismini on yıl falan önce duymaya başladık. Bu arada Şerefiye, o semtin adı imiş; yeni öğrendim. Özenli bir restorasyonla İstanbul'a kazandırıldığını gördüm. Çok gurur duydum, mutlu oldum.

Sarnıç ziyaretinizde iki şov seyredeceksiniz. Işık ve müzik şovları. 360 derece "Projection Mapping" denen bir yolla yapılıyor. İlkinde İstanbul'un fethi vardı, çok güzel anlatıldı. Belli zamanlarda konserler de oluyor. Bu akustikle ne şahane olur, kimbilir…

Adana Kebap 320 TL

Yemek yiyelim dedik. Etraftaki lokantalar, acayip bir kazık endüstri çarkında. 320 TL'ye uyduruk bir yerde Adana yenir mi? Bir de o kapılardaki gelgelciler, ayyyy, çok aşağı çekiyor her şeyi bir anda.

Ne yesek, ne yesek diye dolanıyoruz. Birden dostum Mehmet Yalçın yazmıştı bir yer, onu hatırladım. "Çok düzgün, leziz mi leziz bir esnaf lokantası" demişti.

Hem lokantanın adını unuttum, hem de hangi yazısında veya iletisinde okuduğumu. En hızlı yol olarak Mehmet'i aradım. Aslan Lokantası için Vezirhan Caddesi'ne doğru kıvrıldık.

Çorbalar, et yemekleri, pilav salata ve tatlı yedik. Çay içtik, sohbet bitmedi. İki kişi, 500 TL ödedik. Lokanta çok temiz, servis şahaneydi.

Hatay Kahvaltısı Yalı77'de

Ertesi sabah Beykoz'a Yalı77'ye davetliydim. Ebru Koralı, Hatay Kahvaltısı başlattı. Bu davet sabahında da, Hatay Belediye Başkanı Lütfü Savaş ve eşi Nazan Hanım da davetliydi.

Lütfü Bey ve Nazan Hanım'la oturdum. İkisi de hekim. Nazan Hanım profesör, Lütfü Bey belediye başkanı olunca akademik karıyerini doçent olup dondurmuş şimdilik. Sıcacık sohbet ettik, gerisini Hatay'a bıraktık.

Hatay kahvaltısı, bilenler hak verecekler, bir şölen. Rengarenk baharatlar, masayı canlandırmış. Sürf denen küflü bir tür çökelek var; başka bir şey. Kırma zeytin, tuzlu yoğurt, örgü peynirler, otlu domates salatası ve baharat karışımına bandırılarak yenen pideler…

Hatay mutfağını, Hatay'a bir kez daha gidince detaylı anlatacağım. Ama Ebru Koralı, Yalı 77'de harika bir konsept başlatmış.

Bu arada Yalı 77 başlı başına bir yazı konusu. Ebru'cum zaten baş karakter. Biz çok eski arkadaşız, taaa 30 yıl falan önceden. Hatta o sabah Beltur'un başında olan yine çocukluk ve okul arkadaşım Cenk Akın da vardı, eski basın günlerini yad ettiğimiz Elif Yıldız'a da rastladım. Yemek sonunda tepsi tepsi künefe geldi. Elif'le kimseye çaktırmadan ikişer porsiyon yedik, iyi ki yemişiz!

Konser yerine hastaneye

Cemal Reşit Rey'de Hugh Coltman'ın konserine davetliyiz. Bir heyecan, bir heyecan. CRR Caz Orkestrası ile sahneye çıkacak, o bilinen "Big Band" döneminin tüm şarkılarını söyleyecek. İçimizi coşturan, herkesin sevdiği şarkılar. Ağzımda bir "Fly Me To The Moon" var, bir "Stranger In The Night".
Konsere bir saat kala, Nişantaşı'na doğru gidiyorum. Eşim Sandy aradı, sokakta düştüm, kalkamıyorum, dedi.
Allah Allah…

Abdi İpekçi Caddesi'nin köşesindeydi. Yürüyecek halde değildi gerçekten de. Konser yalan oldu…
Ambulans bekledik, hastaneye ulaştık. Acil, dört saat süren bir ameliyatla, bir haftalık hastane sürecimiz başladı…

Hayat, programlar, listeler; her şey askıya alındı!
Herkese iyi seneler…

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.
University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

Yazarın Diğer Yazıları

Anlar, anılar ve hisler: Ressam Ayşe Kazancıgil Döler'in dünyasında bir yolculuk

Adı: Ayşe Kazancıgil Döler. Yaptığı işleri uzun zamandır takip ettiğim bir ressam. İnsanın içini açan, şaşırtan eserleri var. Biraz muzip, bazen geleneksel motiflerle bezeli, bazen şen şakrak şarkılar söylermiş gibi resimler yapıyor. Yaptıkları hiçbir kalıba sığmıyor, ölçeklere nanik yapar bir halde, durmadan çalışıyor…

Arjantin mutfağı: Et, empanada, dulce de leche!

"Ne yeniyor?" diye çok soran oluyor. Malum, Arjantin çok dikkat çekiyor, çok gezginin rüyalarını söylüyor. Konuya açıklık getirmek için buradayım! "Ne yenir?" sorusunu aslında tek kelime ile özetlemek gerekirse, "et" demem yeterli olacaktır. Hadi iki kelime isterseniz; et ve hamur işi. Üçüncü kelimeyi de zorla araya sıkıştırabilirsem: Et, hamur, dulce de leche!

Arjantin'de iki mücevher: La Recoleta ve Teatro Colon

Ana yazı içinde geçirsem, yazık olacaktı, güme gidecekti. İki çok özel yer; birisi bir mezarlık, diğeri de opera binası. İkisini de görmeden, gezmeden, hatta özel tur almadan Arjantin'den dönülmez. İkisi de birçok sanat eserini barındıran, kendileri de kocaman birer sanat eseri olan şaheserler…