Bu hafta siyasetçilerin gündemi Suriyeli sığınmacılar idi. Doğal da çünkü 5 milyona yakını Suriyeli olan ama gerek Müslüman gerek Kafkas coğrafyasından gelenlerle 7 milyon dolayında olduğu tahmin edilen dış göç söz konusu.
Bölgesel ve küresel gerilimler nedeniyle dışarıdan göçün artarak süreceğini öngörebiliriz. Kaldı ki savaşlardan öte iklim değişikliğinin ürettiği felaketlerin sonucu olarak da dış göç artacak. Orta Doğu ve Asya’nın tüm sorunlarına karşın Türkiye hâlâ bir cazibe merkezi. Bölge ülkelerine ve Müslüman coğrafyaya kıyasla daha iyi bir hayata kaçış imkanı olarak da kendi hayat alanlarındaki sıkışmalardan kurtuluş yeri olarak da önümüzdeki yıllarda dışarıdan göçü çokça konuşacağız.
Türkiye bir göçler coğrafyası aynı zamanda. “Gurbete gitmek”, “gurbetçi”, “aslen nerelisin hemşehrim” gibi kavramlar kaç dilde var bilmiyorum.
On iki bin yıllık Anadolu coğrafyasının tarihi, farklı zamanlarda farklı medeniyetlerin, düzenlerin tarihi. Osmanlı’nın dağılışı ve cumhuriyetin kuruluşuyla beraber kaybedilen coğrafyalardan Türk ve Müslüman nüfusun gelişiyle başlayan yeni bir toplum olma, oluşturma çabası yaşananlar. Yeni bir ulus olma, yeni bir kimlik oluşturma politikaları. Cumhuriyetle tasarlanan ve kurgulanan yeni ulusal kimliğin ana unsurlarından biri güvenlik arayışı. On iki bin yıllık sürekli hareketin ürettiği risklere karşı, dağılıp saçılmamanın garantisi olarak insanlar bir nizamı, devleti güvenliğin ana unsuru ve sağlayıcısı olarak benimsemiş. Bu memleketin naturasında devlet ve güvenlik arayışı var. Yirminci yüzyılın bütün ülkelerde ürettiği ulus devlet modeli görece bu topraklarda daha güçlü. Ulus devlet de esas itibarıyla tek tipli, tek kimlikli yurttaşlık anlayışından besleniyor. Ama sorun şurada ki, bu coğrafyanın insanları farklı etnik ve dini aidiyetlere sahip. Son yüzyılın toplumsal ve siyasi tarihi, aynı zamanda farklılıkların devletin tekçi politikalarıyla mücadelesinin de tarihi.
Son altmış yıl ise yeni bir toplumsal hareket ve mekânsal değişime sahne olmuş. Kırlardan kentlere giderek artan bir hızla hareket başlamış. 1950’de 21 milyon olan nüfusun yüzde 75’i köylerde yaşarken, 1970’te nüfus 35 milyona çıkmış, köylerde yaşayan nüfus yüzde 62’ye gerilemiş. 2000’li yılların başında nüfus 67 milyona çıkarken köylerdeki nüfus yüzde 35’e gerilemiş. Bugün adı köy veya kır olsun nüfusu iki bin altında olan yerleşimlerde yaşayanlar yüzde 15’in de altında artık.
Gidenler için ‘gitsinler’ demek politika değil
Tüm bunlara karşın bu ülkenin bir göç stratejisi yok, olmamış da. Mübadele antlaşmaları, iskan kanunları, varlık vergisi, zorla köy boşaltmalar, Bulgaristan’dan getirilenler, Kıbrıs’a götürülenler gibi devletin iradesi, planlaması ve yürütücülüğüyle uygulanan iç ve dış göç hareketlerinin amacı ise göçü yönetmek değil, ulus devletin tekçi yapısının ve güvenlik arayışlarının toplumsal mühendislikleri. Bugün de konuşulan, gidenler için “giderlerse gitsinler” demek, gelenlerin de zorunlu mu gönüllü mü olacağı siyasi meşrebe bağlı olarak değişen “göndereceğiz” temennilerinden ibaret. Hâlâ siyasi ve toplumsal uzlaşma arayan bir strateji tartışması yapmıyor, duygusal ve siyasal tepkileri konuşuyoruz. Yani yine tartışma kimliklere ve siyasi pozisyonlara sıkışmış durumda.
Uzun süre dışarıdan içeriye ve içeride kırlardan kentlere süren hareket bir süre sonra tekrar içeriden dışarıya doğru harekete dönmüş. Altmışlı yıllardan sonra Avrupa’nın hızlı sanayileşmesi ve gelişmesinin emek ihtiyacını karşıladığı ülkelerden birisi olmuş Anadolu. Devletin organizasyonuyla çok sayıda yurttaşımız yurt dışına gitmeye başlamış.
Aynı zamanda ‘beyin göçü’ diye adlandırılan eğitimi yüksek insanların da gidişi başlamış ama bu gidişler esas itibarıyla mesleki gelişme ve eğitim amaçlı. Ama kol gücü ama beyin göçü olsun o gün gidenler umut doluydular, geri dönüş hayalleri diri idi. Gidecekler, para kazanacaklar ya da kariyer yapacaklar ve döneceklerdi. Öyle olmadı, orada kaldılar. Sonraları ayrımcılık ve nefret söyleminin, yer yer şiddetin muhatabı olsalar da kaldılar, tüm kültürel ve siyasal sorunlara karşın oralara uyum sağladılar, yerleşik hayat kurdular. Bugün başta Almanya olmak üzere Avrupa’da önemli bir Türk diasporasından söz edebiliriz.
İçeriden dışarıya ama bu kez farklı bir göç
Ama bugün alışık olduğumuzdan başka türden bir göç konuşuyoruz. Yalnızca birkaç haftadır gazetemizdeki gençlerin, öğretmenlerin sıkıntılarını, çaresizliklerini gösteren, umudu başka ülkelerde arayan haber röportajlar bile başka bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlatıyor. Bugün yurt dışına göçten daha çok belki de bir kaçıştan söz etmek abartma olmaz. Son yıllarda artan bir biçimde ülkenin sosyal sermayesinde de finansal sermayesinde de yurt dışına kaçış var. Çevremizde sıkça dışarıya gidenleri, başka ülkelerde oturma izni alanları, çocuklarının eğitimi için daha fazla yurt dışı imkanları zorlayanları konuşur olduk. Övündüğümüz bazı iş ve markaların bile yasal merkezleri başka ülkelerin şehirlerinde kayıtlı. Son haftalarda da yurt dışına giden doktorlar gündemimize girdi.
“Başka ülkeye gitme imkanım olsa bile yine de Türkiye’de yaşamayı seçerdim” fikrine katılmayan, yani potansiyel olarak yurt dışına gitmeye sıcak bakanların oranı Mart 2010’da yüzde 24 iken Kasım 2020’de yüzde 35’e yükselmiş. Gençlerde ise bu oranlar daha da yüksek. Mart 2010’da yüzde 28 iken dikkati çekecek biçimde artarak Kasım 2020’de yüzde 48 olmuş. Gençlerinin yarısının yurt dışına gitmeye sıcak baktığı bir ülke artık burası.
Ülke yalnızca umudunu kaybetmiyor, geleceği inşa edecek sosyal sermayesini kaybediyor. Gidenler, gidebilenler, gitmeye mecbur kalanlar daha önceki yıllarda gidenlerden farklılar. Farklı gerekçelerle asıl önemlisi başka bir ülkedeki umuttan çok bu ülkedeki umutsuzluktan gidiyorlar. Akademisyenler, doktorlar, mühendisler, bilgisayarcılar, bankacılar, sivil toplumcular, profesyonel yöneticiler gidiyor.
Şimdi gidenlerin önceki yıllarda gidenlerden birinci farkı çok büyük çoğunluğunun bir mesleği, gelişkin bir mahareti, kariyerleri oluşları. Nitekim Londra’da finans ve sivil toplum sektörlerinde yönetici olanlardan ciddi bir diaspora oluşmuş durumda. Hepsi küresel yurttaş olma hünerini göstermiş, Londra iş gücü piyasasında önemli fırsatlar yakalamayı başarmış insanlar bunlar.
Umuda gidiş değil umutsuzluktan kaçış
İkinci önemli fark, bir umuda gidişten çok umutsuzluktan kaçış duyguları baskın. Ülkenin geleceğine dair endişeleri yüksek. Siyasi baskılar nedeniyle özgürlük alanlarının kısıtlandığı, hayat tarzlarının tehdit altında olduğu algısı yüksek. Ülkenin bugünkü koşullarında soluk alamadıkları duygusu baskın.
Daha önemli fark ise bugünkü gidişat içinde ülkenin geleceğinde kendilerini var hissedemedikleri için, ülkenin geleceğinde kendi umutlarının olamayacağı, kendi arzu ve hayallerini gerçekleştiremeyecekleri gibi bir duygusal kopuş yaşanan. Ülkenin geleceğine dair umutsuzluk ve hatta derin bir kaygı duygusu baskın.
Haksız da sayılmazlar. Siyasi alanın her gün daha daraltılmaya ve baskı altına alınmaya çalışıldığı, her türlü muhalif ve farklı sesin terör parantezine alındığı, toplantı ve gösteri hakkını kullanan herkese hoyratça şiddetle cevap verilen, sosyal medyada bir muhalif gencin mesajının bile tutuklama ve dava konusu olabildiği bir ülke burası. Eğitim sisteminin çöktüğü, liyakatın değil yandaşlığın esas olduğu, akademik özgürlüğün kalmadığı koşullarda kendilerini var hissedemiyor olmalarını anlamaya çalışmak gerek.
Bu gidişlerin ilk önemli gerekçesi siyasi gidişat ve hayat alanlarının daralması. Ama önceki gidişlerden önemli bir başka fark ise sanırım bir kısmının toplumdan da umudu kesmeleri.
Birey olma gayreti yüksek yurttaş olma niyeti ikircikli bir toplum burası. Çünkü yurttaş olabilmenin mekanizmaları, hukuku, kurumları ve kuralları eksik ve sorunlu. Devletin ve yönetim mekanizmalarının bizatihi kendisinin hukuk dışına çıkmakta sakınca görmediği, keyfiliğin ve merkeziyetçiliğin hakim olduğu bir düzende toplumun nasıl davranacağı, gündelik hayatta savunma kodlarının nasıl oluşacağı, kimliklere ve kutuplaşmalara sıkışmaların ne sonuçlar üreteceğini de hep beraber deneyimliyor ve biliyoruz.
Hukuksuzluk lümpenleşmeyi, kutuplaşmalar ötekileştirmeleri ve manevi şiddeti üretiyor. Ortak ufuk parçalanıyor ve kayboluyor. Toplum bir yandan değişiyor, bireysel hayatında yaşadıklarıyla ortak yaşama arzusunu güçlendirecek zihni değişimi yaşıyor. Öte yandan o arzuyu hayata geçirecek gayreti örgütleyemiyor, gösteremiyor.
Giderek ülke ortak hayatın her alanında vasata razı hale geliyor. Vasatın çıtası ise her gün biraz daha geriye düşüyor.
Tüm bu siyasal, ekonomik ve toplumsal farklı dinamiklerin ürettiği siyasal sonuçlar, topluma dair algıları, değerlendirmeleri, kanaatleri de etkiliyor. Ülkenin sosyal sermayesinin önemli bir kısmı, Ak Partili yıllar, yaşanan gerilimler, kutuplaşmalar ve kimliklere sıkışmaların sonucu gelinen noktada kendi kimliklerinin azınlıkta olduğunu ve artık devlet tarafından da makbul vatandaş sayılmadıklarını fark ediyor. Ardı ardına yapılan seçimlerde siyasi tercihleri oylamadık, kimlikleri saydık bir bakıma. Ak Parti’nin kendisi açısından en büyük başarısı devlet ve yönetim mekanizmalarının ardındaki temel tercih olan “makbul vatandaş” tanımını değiştirmesi oldu. Cumhuriyetin makbul vatandaşı Sünni, Türk ve seküler iken bugünün makbul vatandaşı Sünni, Türk ve dindar oldu. Ülkenin sosyal sermayesinin bir kısmı kendilerini öncenin makbulleri sanırken son on yılda on kez seçim sandığına yansıyan kimlik sayımları sonucu azınlıkta olduğunu gördü. İktidar bugün sahip olduğu güçle kendine benzetemediklerinin gidiyor olmasında bir beis de görmüyor. Bu fark ediş de önce seçim sonuçlarına sonra seçmene sonra da tüm topluma ve ülkeye kızgınlığa dönüşüyor. Kızgınlık da duygusal kopuşu besliyor.
Ve elbette Batı ülkeleri de bizim gibi ülkelerde yaşanan bu duygusal kopuştan kendi nitelikli insan kaynağı ihtiyacını karşılayacak politikaları, teşvikleri, manipülasyonları üretiyor.
Bu gidişler ülkenin kaybı, geleceği kuracağımız enerjinin bilgi ve maharet kaynağı. Gidenlerin de bizlerin ve memleketin de yeni bir umut inşa etmeye ihtiyacımız var. Kimlikleri, “makbullük” ya da “ötekilik” hallerini aşan yeni bir “biz” duygusunun, politikalarının inşasına ihtiyaç var. Bunları eksilerek başaramayız. Gidenler özel teşvik politikaları nedeniyle değil bu umudu inşa etme sürecine katılabildikleri, geleceğin memlekete kazanımları nedeniyle dönecekler bir gün. Yeter ki zaman zaman memlekete, yaşananlara kızılsa bile küsülmesin.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı