Türkiye solunda sanırım baştan beri hep milliyetçi bir damar vardı. Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kurucu kollarından, Şefik Hüsnü önderliğinde Spartakistler diye anılan Berlin kanadı Kemalizm ile Marksist hareket arasında akrabalık bağları kurmaya çabaladı. Kurdu da. TKP’de oldum bittim bir milliyetçi eğilim, en azından milliyetçiliğe hayırhah bir gözle bakan eğilimler oldu.
Türkiye Marksist hareketi sosyalizme giden yolda zorunlu bir durak olarak kavrayıp tanımladığı antiemperyalist çizgide sık sık milliyetçi söylemlere, hatta milliyetçi eğilimlere yakın durdu. Kaynağı 1960 sonlarının Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketine dayanan ve bugün de varlığını sürdüren irili ufaklı parti, örgüt, hareket, akım ve grupta bu eğilim çok daha şiddetli oldu.
Uzatmadan söylersek, Türkiye solu milliyetçilikle ideolojik ve teorik bir hesaplaşmayı bugüne dek tam olarak gerçekleştirmiş değil.
Bu yargıyı insafsız bulanlar çıkacaktır; aşırı bulanlar çıkacaktır. Ama bugün Ergenekon’dan Kürt sorununa, önümüzdeki Anayasa referandumundan, küreselleşme olgusuna bakışa kadar pek çok alanda Türkiye solunun -örgütsel parçalanmışlığına rağmen- hiç olmazsa milliyetçiliğe karşı ilkesel konumlanışta buluşamamasının altında bu hesaplaşmanın tam olarak yapılamamasının yattığında ısrar edeceğim.
Milliyetçilik (Arı dilde karşılığı: Ulusalcılık) Türkiye’de en azından 100 yıldır var. Avrupa’daki varlığı daha da gerilere uzanıyor. Neredeyse 300 yıldır hep vardı ve var.
Milliyetçilik 21. yüzyılın başında, özellikle Türkiye için derinlemesine hesaplaşılması, iyice çözümlenmesi (=analiz edilmesi) gereken bir kavram.
O yüzden daha önce bu konuda yazılmış birçok Tırmık’a rağmen yeniden ve yeniden bu konuya dönmekte kendimce yarar görüyorum.
* * *
Milliyetçilik kapitalizmin çocuğu. Onun rahminde tohumlandı; onun ellerinde doğdu, büyüdü.
Kapitalistlerin, öteki ülkelerin kapitalistleriyle başedebilmek, pazara yabancı kapitalistlerin sızmalarını önlemek için sarıldığı bir ideolojik silahtı. Milli bayrağın altında toplanan yoksullara etkili bir kimlik kazandırdı. Kapitalistlere gümrük duvarlarıyla pekiştirilmiş milli pazarda sermaye birikimi ve yoğunlaşması için elverişli koşulları yarattı. Milli bayrağın altında toplanan, milli marşların gümbürtüsüyle yürekleri kabarmış milli ordular ya bir başka milli ordunun saldırısını savuşturdular ya da bir başka milletin pazarını da ele geçirmek için saldırdılar.
Milliyetçilik ulus-devletler doğurdu.
İlerici, devrimci bir ideolojiydi.
Feodalizm denen geri üretim ilişkilerini paramparça edip, yarı-köle (ya da yarı-özgür) köylü kitlelerini hukuksal olarak özgür yurttaşlara, sosyal olarak sanayi proletaryasına dönüştürdü. O ulus-devletin sınırları içinde yaşayan uyruklarına yeni bir kimlik kazandırdı. Almanlara “Alman olmakla gurur duyuyorum” dedirtti. İtalyanlara “Gururluyum, çünkü İtalyanım”, Fransızlara “Fransa Fransızlarındır”.
Milliyetçilik ideolojisinin geç ulaştığı, kendi ulus-devletini geç kuran Türkler de “Ne mutlu Türküm diyene” demeyi yeğlediler.
İlerici, devrimci bir ideolojiydi. Kapitalizmin daha ileri aşamalarına yol açacak büyük keşifleri, buluşları başlattı; paraca destekledi, değerlendirdi. Ülkesinin pazarlarını gümrük duvarları ile koruyup, milli sermayeyi güçlendirdi; ülkenin kalkınmasının, zenginleşmesinin dinamosu oldu.
Semirip güçlenene kadar kilise ile dost geçindi. Yeterli güce ulaşınca kilisenin egemenliğine ardarda öldürücü darbeler indirdi. Laikliğin temellerini atıp demokrasiye -Atina demokrasisinin seçkinler ve varsıllarla sınırlı içeriğini aşarak - çağdaş içeriğini kazandırdı.
Sanatta, kültürde, felsefede, bilimde, teknolojide çığır açan devrimlere ebelik etti.
İlerici, devrimci bir ideolojiydi.
İdi...
* * *
İlk öldürücü darbeyi Marks’tan yedi. Vatansızlaşan sermayeye karşı işçilerin ulus-devlet sınırları ve milliyetçi ideoloji içine hapsedildiklerini dahice bir sezgiyle gören Marks “Dünyanın bütün işçileri birleşiniz” çağrısıyla işçilerin enternasyonal birliğini savundu.
İkinci –ve galiba sonuncu- darbe ise kapitalizmin içinden fışkırdı. 20. yüzyılın sonlarında doğan, kısa sürede başat nitelik kazanan küreselleşme (=globalizm) milliyetçiliğin ve onun ulus-devletinin temellerini dinamitledi.
Kapitalizm kendi doğurduğu ideolojiyi (milliyetçilik) ve kendi yarattığı devlet modelini (ulus-devlet) şimdi kendi elleriyle boğuyor.
Milliyetçilik 17 ve 18. yüzyıllarda ilerici ve devrimci bir ideoloji idi.
İdi.
Şimdi tutucu ve gerici bir ideoloji.
Kapitalizm açısından tutucu. Çünkü onun gelişmesine, dünya pazarlarında kısıtsız, engelsiz dört nala dolaşabilmesine engel oluyor.
Kapitalizmi yıkacak, daha adil bir dünya kuracak toplumsal güçler açısından ise tutucudan da öte, gerici, çağdışı bir ideoloji. Çünkü sosyalizme açılan yolda yürüyenlerin ayağında tam bir pranga...
Gel gör ki toplumun bilincinin derinliklerinde kök salmış ideolojiler öyle bir çırpıda yok olmuyor.
Toplumsal ve ekonomik karşılıkları kalmadığı zaman da varlıklarını bir ideoloji olarak sürdürebiliyor; insanların özellikle siyasal yönelim ve tercihlerinde etkili hatta bazen belirleyici olmayı başarabiliyorlar...
Milliyetçilik de öyle.
Kimi coğrafyalarda mikro-milliyetçilik denen akımlarla, kimilerinde ulus-devleti ne pahasına olursa olsun korumak isteyen çabalarla varlığını sürdürüyor.
Kanımca bugün Türkiye’de bir ideoloji olarak milliyetçilik (“Ulusalcılık” olarak da okuyabilirsiniz), toplumu ve özellikle aydınları iki ayrı safa bölen, karşı karşıya getiren ana eksenlerden biri ve en başatı.