Çok gerildik. Siyaset toz duman. Dünyada olup bitene akıl erdirmeye çabaladığım ilk gençliğimden bu yana Türkiye’deki siyasal kamplaşmanın bu kadar hırçınına tanık olmadım. Üstelik Türkiye’nin aşırı cılız demokrasi kültürü uzlaşma kapılarının kilidini açma umudu filan da vermiyor.
Kavramlar allak bullak. Dileyen kavramları dilediğince eğip büküyor. Adam emperyalizmden söz edip, emperyalizme karşı durduğunu söylüyor, bakıyorsunuz söyledikleri ırkçılık sınırında milliyetçi yargılar. Yetmiyor aynı adam kendini solcu olarak tanımlıyor...
Tabii canınız sıkılıyor...
Adam sövüp sayıyor. Yetmiyor, sözdizimi bozuk, yazım kurallarının ırzına geçilmiş sövüp saymalarını tartışma özgürlüğü sanıyor.
Tabii canınız sıkılıyor...
Adam kendi doğrularını savunmayan, söylemeyen, yazmayana dönüyor, “Niye benim gibi düşünmüyorsun lan” diye kükrüyor ve olanca pişkinliği ile düşünce özgürlüğünden yana olduğunu ileri sürüyor.
Tabii canınız sıkılıyor...
Herkesin canının sıkıldığı, neredeyse herkesin burnundan soluduğu şu günlerde sıkıntınıza sıkıntı katmaktansa haftanın son Tırmık’ında size bir fıkra aktarayım...
* * *
Açık denizlere sefer yapan kaptan, yanaştığı limanda yükünü boşaltmış, yenisini yüklemiş, yeniden uzak denizlere açılacak ki tayfalarından üçü bir meyhane kavgasına karışmışlar. Biri ağır yaralı, ikisi hapiste... Kaptan demirlediği iskeleye “Üç tayfa aranıyor” diye ilan asmış. Ama gelen giden yok. Çaresiz demir alıp eksik ekiple açılacakken iskelede üç kişi belirmiş. Kaptana “Tayfa arıyormuşsun” demişler.
Kaptan, “Evet. Hem de acele” demiş ve eklemiş “Deniz tecrübeniz var mı?”
Adamlar omuz silkmiş, “Yok” demişler.
Kaptan sinirlenmiş, sormuş:
- Peki marifetiniz ne ki tayfalığa başvurdunuz?
Adamlardan biri kasıla kasıla konuşmuş:
- Ben, demiş, görürüm Kaptan. Ama çok uzakları görürüm...
Kaptanın aklı tam yatmamış ama yine de “Peki” demiş, “Seni aldım”. Ötekine dönmüş sormuş:
- Ya sen?
- Ben duyarım efendim. Çok uzaklardaki sesleri bile çok iyi duyarım...
- İyi peki, seni de aldım. Peki ya sen?
Üçüncü suratını buruşturmuş:
- Benim canım sıkılır kaptan, benim çok canım sıkılır...
Kaptan öfkelenmiş:
- Dalga mı geçiyorsun lan, demiş. Git kendine başka yerde iş ara...
Ama adamlar diretmiş, “Ya üçümüzü alırsın, ya hiç birimiz gelmeyiz” demişler.
Kaptan çaresiz, zaten gecikmiş. “Peki çıkın bakalım gemiye” demiş.
Demir almışlar ve açılmışlar...
Günler geçmiş. Açık denizde ağır ağır giderlerken kaptanın aklına işe aldığı üç tuhaf adam gelmiş.
Üçünü de çağırmış yanına. Birine dönmüş:
- Senin marifetin neydi?
- Ben duyarım efendim. İyi duyarım...
- Duy bakalım.
Adam elini kulağına siper etmiş. Bir süre dinlemiş:
- Şu anda kaptan, demiş, 2400 mil uzakta, bir adada, bir karınca, bir buğday tanesini sürükleyerek küçük bir tepeye tırmanmaya çalışıyor. Karıncanın ayak seslerini ve buğday tanesinin sürtünme sesini duyuyorum...
Kaptan öfkesini bastırıp, yanındakine dönmüş:
- Sen iyi görendin değil mi ? Peki gör bakalım ne görüyorsun...
Adam ellerini gözüne siper edip bir süre bakmış, sonra kaptana dönmüş:
- Arkadaşım haklı ama, ufak tefek yanlışları var, demiş. Bir kere 2400 değil 2340 mil uzakta. Ada değil yarımada. Karınca olmasına karınca ama sürüklediği buğday tanesi değil, çavdar tanesi...
Kaptan içinden okkalı bir “Lahavle” çekip üçüncüye dönüp sormuş:
- Senin marifetin neydi delikanlı?
Adam omuz silkmiş:
- Benim canım sıkılır kaptan, demiş. Bu ikisinin yanında ha bire canım sıkılır benim...
* * *
Bunları niye yazdım dersiniz?
Hiiiiç... Sadece canım sıkılırken sıkı bir Tırmık çıkaramayacağımı anladım, ”Laf olsun, çuval dolsun” hesabı köşeyi doldurmak için bayat bir fıkra anlatım, günü kurtardım...
Artık pazartesiye kadar rahat rahat can sıkıntımın keyfini çıkarabilirim.