Sonbahardı, 12 Eylül darbesinden sonra ilk defa yurtdışına çıkmıştım. 1982 senesiydi ve aklımdaki tek şey huzurlu bir uykuydu. Bologna’da Silvia adlı bir arkadaşımın evinde kalıyordum. Henüz göç dalgaları başlamamıştı ve dış göç almayan İtalya‘da Türk olmak ilginç bir durumdu. Buna bir de askeri yönetim eklenince bir konserde parmakla gösterildiğimi hatırlıyorum…
Neyse, bir Pazar günü Silvia bir erkek arkadaşını çağırdı. Kahvaltı sofrasında tanımadığınız birisi ile ne konuşacaksınız? Biz de sinemadan dem vurduk, yeni çıkan filmler, yönetmenler falan filan derken muhabbet koyulaştı. Bir süre sonra Alberto “Türkiye‘de her şeyi izleyebilmene şaşırdım. Bayağı bir sanat ortamı var demek ki.” dedi. Ben “Yoo, ben bu konuştuğumuz filmleri izlemedim, yabancı dergilerde okudum.” deyince gözlerinin önce kızardığını sonra damlarının pınarlarında parladığını gördüm...
Acınmak içimi acıttı herhalde ki benim de gözlerim doldu. Öyle kalakaldık…
Çok geçmemişti ki, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Sinema Günleri’ni başlattı. 1983 yılıydı ve öyle açtık ki akın akın sinemalara koştuk. Sokakta herkes tanıdıktı, dostu. Emek Sineması‘nın yer göstericilerinin isimlerini bile öğrenmiştik. BEYOĞLU BİR ŞENLİKTİ, AKM‘deki Tarkovski filmlerine yer bulamayanların isteri krizi geçirdiğini bile gördü bu gözler...
Bernardo Bertolucci, Michelangelo Antonioni, Krzysztof Kieslowski, Hanna Schygulla, Greta Schacchi, Elia Kazan, Emir Kusturica, Michael Redford daha sonraki yıllarda Sofia Loren ve unuttuğum dev sinemacıları İstiklal Caddesi’nde, Emek Galalarında görmek şaşırtıcı değildi artık.
Bunu izleyen yıllarda İKSV klasik müzik konserleri ile yetinmedi ve daha geniş kitlelere seslenmeye başladı. Şili‘nin efsanevi devrimci topluluğu İnti İllimani ile söyleşi yaparken buldum kendimi. Victor Jara‘nın arkadaşlarına “Onu nasıl bilirdiniz?” diye sorabildim. Evimizden çıkıp Bob Dylan‘ı, Joan Baez‘ı, Herbie Hancock’u, İan Garbarek‘i, Miles Davis‘i, İsak Perlman‘ı, Spor Sergi Sarayı‘nda New York Filarmoni‘yi yöneten Zubin Mehta‘yı izliyorduk. İlk stadyum konseri de o dönemde yapıldı, Bryan Adams için kapılar açıldı. Bolşoy, Pina Bauch vb ve daha nice büyük sanatçıyı izlemek için Açık Hava Tiyatrosu‘na gitmek yeterliydi. Dört bin beş yüz kişi aynı anda dağılıyor ama kavga dövüş olmuyordu. Bugünden bakıldığında kibardık. Resmen “Dünyalı” olmuştuk.
O kadar ki, AKM‘nin bir salonuna çömelip saatlerce Rudolf Nureyev‘in prova yapmasını izleyebiliyordum.
Bereketli yıllardı. 1987 yılında Uluslarası İstanbul Bienali, 1989 yılında Uluslarası Tiyatro Festivali’ni takip etti. 1994 Uluslarası Caz Festivali ayrı bir Festival olarak yapılandı.
İlki 2012 yılında gerçekleştirilen Tasarım Bienali ile İKSV uluslararası ölçekte dört festivali ve iki bienal düzenleyen bir kurum oldu.
Cumhuriyet’in 50. yılında kurulan İKSV bu yıl 50. lılını kutluyor. İstanbul’da yıl boyunca film, tiyatro gösterileri, konserlerle festival havası estirilecek. Şimdilerde İKSV‘ye övgü yazıları birbiri ardı sıra gelmeye başladı. Ama o ne tüm bu yazılar Eczacıbaşı güzellemesi niteliğinde.
1972‘de Nejat Eczacıbaşı ve 17 iş adamının girişimi ile kurulan, Çelik Gülersoy, Osmanlı Bankası başta olmak üzere onlarca yıl desteğini esirmeyen banka ve holdinglerin desteği ile yaşadı bu yapı. Peki, bu çalışmayı gerçekleştiren bu kuruma karakterini, kimliğini veren yöneticisi kimdi?
Kurucuları arasında yer alan AYDIN GÜN‘dü. 1974 yılında İKSV‘nin başına geçmiş, 1991 yılına kadar beyni olmuştu.
Nasıl bir gazeteyi gazete yapan, kimliğini veren gazetecilerse, nasıl ki Milliyet, Karacan’ların parası ile kurulmuşsa da Abdi İpekçi‘nin öngörüleriyle var olmuştu, İKSV‘nin kurucu beyni Aydın Gün’dü.
Oysa Doğan Hızlan‘ın yazısında bile Aydın Gün “Hava durumu ile ilgilenen genel müdür” olarak kibarca es geçiliyor.
Aydın Gün sadece İKSV‘yi değil, Ankara Operası’nı, İstanbul Şehir Operası’nı da kurmuş, Cemal Reşit Rey Konser Salonu‘na ve Yapı Kredi Festivali‘ne hayat vermiş bir tenordu.
Sanat‘tan başka meselesi olmadığını kiralık evine gittiğinizde anlıyordunuz. Her yer eşsiz plaklar ve kitaplarla doluyken mobilya namına tek bir kanepe yer alıyordu.
İlk diyeceğim o ki, toplumsal hafıza sadece AKP tarafından değil, bizim katkılarımızla, sorumsuzluğumuzla da siliniyor.
Gelelim ikinci meseleye.
“Sanatta en müstehcen sözcük yasaktır”
İKSV kar amacı gütmeyen, kamu yararına çalışan bir kültür kurumu olarak belirlemiş kendisini.
Aydın Bey, halk ile bütünleşmenin gerekliliğine inanır, Konservatuar öğrencilerinden para alınmasına gönlü razı olmazdı. Değerleri vardı. “SANATTA EN MÜSTEHCEN SÖZCÜK YASAKTIR.” diyerek Film Festivalinde uygulanan sansüre karşı çıkmış ve kaldırılmasını sağlamıştı.
Peki, kamu yararına kültür kurumu gibi bir tanımla kendisini çerçeveleyen İKSV şimdi ne alemde?
Ali Artun‘un T24‘te yayınlanan şahane yazısında belirttiği gibi; “İKSV artık yurt içinde ve dışında bienal ve festivallerle yetkilendirilen DEVLETİN TAŞERONU.”
İKSV geçtiğimiz aylarda yönetim değişikliğine gitti. Yeni yönetimde Hukukçu Profesör Teoman Akünal Türk, Garanti Bankası‘ndan Ebru Dildar Edin, Palo Alto Networks Küresel Pazarlama ve İletişimden Sorumlu Başkan Yardımcısı Zeynep İnanoğlu Özdemir, Google Türkiye Direktörü Mehmet Ketenoğlu, Özgür Tanrıkulu, Koç Holding’den Oya Ünlü Kızıl, Oya Eczacıbaşı, Ahmet Kocabıyık ve tabii ki Başkan olarak yine Bülent Eczacıbaşı yer alıyor.
Görüldüğü gibi, kadroda tek bir sanatçı olmadığı gibi, kültür sanat temsilcisi de yok kamu temsilcisi de. Patron ve patron temsilcilerinden oluşan bir kadro. Zenginler kulübü.
Bir de vazgeçilmezi var Eczacıbaşıların: İKSV yönetiminden Mütevelli kuruluna geçen, İstanbul Modern‘in Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ethem Sancak.
Bir süre önce, Meclis Başkanlığına verilen bir soru önergesinde Brezilya polisinin 1,5 ton kokainle yakaladığı özel uçağın Ethem Sancak‘a ait olduğu iddia edilmişti.
Sancak, 2014 yılında TMSF‘den ticari ve askeri araç üreten Brtish Motor Company şirketini almış, Kara Kuvvetlerine ait tank-palet fabrikasını özelleştirmiş, sonra da hisselerinin yarısını Katar Ordusu’na devretmişti.
Özelliklerinden bir diğeri ise Recep Tayyip Erdoğan‘a duyduğu büyük aşk. “Anam, babam, çocuklarım sana feda olsun!” diyor.
Zenginlere aş evi şeklinde de anlayabileceğimiz yaşam değil, sermaye odaklı Galataport‘da da karşımıza yeni ortak olarak çıkıyor Ethem Sancak.
Tüm bunlar Ethem Sancak‘ın bir sanat görüşü olmadığı anlamına gelmez tabii. Eski Maocu iş adamının okumayı sevdiğini ve muhabbetlerinde sık sık Nazım Hikmet‘i andığını duymuşluğum da var. Örneğin, şairin “Bir Ağaç gibi tek ve hür, orman gibi kardeşcesine” derken nereyi kastettiğini anlamış. Ayrımcılığın olmadığı, herkesin eşit olduğu KABE’yi kastediyormuş Nazım.
Son olarak şunu belirtmek isterim, Sanat yüksek tenezzül gerektirir. Menfaat, uyanıklık, para için girişilen küçük ayak oyunları, bayağılık değil.
Kedi Günü kutlu olsun
Onun günü, bunun günü, sıkıştırılmış sevgi bombardımanları çok sıkıcı, çok gereksiz, çok kapitalist biliyorum ama bunu sevdim. 17 Şubat Dünya Kedi günü!
Kedi malumunuz sadece bizim gibi sıradan fanilerin değil, büyük sanatçıların, edebiyatçıların ilham kaynağı, odağı, yoldaşı olmuş bir hayvan.
Kedi deyince aklıma (Umarım doğru hatırlıyorumdur) “Kedi camı algılamaz ben zamanı” dizeleriyle kedi sevdalısı Murathan Mungan, kedisiz yapamayan Bilge Karasu, kara kedisi ve “Bir kedi kadar kanaatkar hayat” saptamasıyla Ahmet Hamdi Tanpınar geliyor tabii ama daha nice meraklıları var. Örneğin, 1654’te büyük çapkın ve düşünür Cyrano de Bergerac “Kendimi tamamen sana bırakıyorum, kedinin fare ile oynadığı gibi at, tut beni” diye yazmış. Rahmetli kedisini çok severmiş…
Edebiyattaki ünlü kediciler arasında kimler yok ki, Edgar Allen Poe, Charles Dickens, kâğıtlarının arasında dolaşmasına bile izin veren Henry James, Gabriele D’Annuzzio, soğukta sırtını sadece ona okşattıran kedisi ile Charles Baudleaire, 19 kedisi olan, yolculuğa çıkınca onları pansiyoner bırakan Mark Twain, Gustav Klimt, Proust, kedilerini yazın malzemesi de yapan Colette, bu uğurda mesleğini bırakan Brigitte Bardot…
Hemingway “Bir kedi tamamıyla duygusal dürüstlüğe sahiptir. İnsanlar ise nedeni değişmekle birlikte duygularını saklarlar.” demiş. Winston Churchill “Ben şahsen domuzları tercih ediyorum. Köpekler bizi üstün görür, kediler ise kendilerini üstün görür. Domuzlar ise en azından kendileriyle eşit görür bizi.” buyurmuş.
Leonardo Da Vinci “Küçük bir kedi başyapıttır.” diyerek duygulara tercüman olurken Haruki Murakami ise “Kediler her şeyi bilir.” demiş. T.S. Eliot ise kedilere isim vermeye çalışmanın nasıl nafile bir çaba olduğundan ve derin düşünür nitelikleri ile onların bize nasıl acıyarak baktığından dem vurmuş.
Elsa Morante, ah Elsa Morante en kıymetlisini o yaparmış. Şöhretli yıllarında bile geceleri ıssız Roma sokaklarında kedi maması ile dolaşırmış, aç uyuyan kalmasın diye…