Geçtiğimiz ay Oxford Sözlüğü “selfie”yi yılın kelimesi seçince sosyal medyada benlik, kimlik inşası, görünür olma ve narsisizm kavramlarını ele almak farz oldu.
Önce Yunan mitolojisini hatırlayalım. Narkissos, ırmak ilahı Kephissos ile arındırıcı suların bekçi perisi Liriope’nin oğlu olarak doğar. Doğar doğmaz lanetlenir. Bir kahin Narkissos’un dünyada ancak kendi yüzünü görmediği sürece yaşayacağını bildirir. Bunun nedeni ise daha önce kendine aşık olan peri kızı Ekho’nun sevgisine karşılık vermemesidir. Aşkına yanıt alamayan Ekho kara sevdasından eriyip gitmiş, vücudundan arda kalan kemikler kayalara çarparak “eko” olarak yankılanmıştır. Olimpos dağındaki tanrılar bu duruma çok öfkelenir. Narkissos bunun bedelini ödemeli ve hak etiği cezayı çekmelidir. Bir gün Narkissos bir su biri birikintisine eğildiğinde oradaki yansımasını görür. Sudan yansıyan yüzünün güzelliğinden büyülenmiştir. Açıkça Narkissos kendi görüntüsüne aşık olmuştur. Sonunda o da kara sevda içinde tıpkı Ekho gibi eriyip yok olacak ve kendini gördüğü suların kenarına Nergis çiçeği olarak kök salacaktır. İşte günümüz kendine aşık olma yani narsisizm kavramı bu mite dayanır.
Selfie kavramın temellerine gidersek, Eski Mısırda da otoportrelerin yaygın olduğu söylenir. Ama daha sonra öyle bir şey keşfedilir ki insanın kendini görsel olarak sunması son derece kolay olur. 15. yüzyılda ayna keşfedilir. Alman ressam Albrecht Dürer’e kendi portesini ilk kez ayna sayesinde bu kadar ayrıntılı ve canlı yaptığı söylenir. Resim sanatında ise otoportre geleneği çok zengindir. Jan van Eyck, Diego Velázquez, Van Gogh ve Rembrandt’dan tutun Caterina van Hemessen, Elisabeth Vigée-Lebrun, ve Frida Kahlo gibi kadın ressamlara kadar sayısız otoportre yapıtı sanat tarihine geçmiştir.
Fotoğraf makinesinin hayatımıza girmesiyle iki tür otoportre çekim yöntemi yaygınlaşır. Aynadan kişinin kendi yansımasını çekmesi ya da kamerayı diğer eliyle yüzüne tutup çekmesi. Örneğin, Sovyet fotoğrafçı Eleazar Langman’ın parlak nikel kaplama çaydanlığın üzerindeki yansımasını fotoğraflaması son derece ünlüdür. 1914’de Rus düşesi Anastasia Nikolaevna’nın 13 yaşındayken ayna yardımıyla çektiği ve arkadaşına yolladığı kendi fotoğrafı ise bir teenager’ın belki de ilk selfie örneğidir. Sonra tripod üzerine kurulup kameranın karşısına geçilen otoportre çalışmaları gelir. Fotoğraf makinesinin zamanı ayarlanır, kontrollü bir şekilde görüntü planlanır.
2000’lerin başına geldiğimizde ise insanların kendi fotoğraflarını çekip paylaştığı internet mecrası MySpace, sonra 2009’da fotoğraf ve video paylaşma sitesi Flickr özellikle teenager kızların otoportreleriyle dolup taşar. Anlayacağınız ne selfie yeni bir kavramdır ne de insanoğlunun kendi imgesini paylaşma dürtüsü. Pek çok sosyolog özellikle genç kızlar ve kadınlar arasında yaygın olan selfie’yi feminist düzlemde irdeler. Bu çılgınlığı erkek bakışı için sunulmuş imgelerin ve arzunun nesnesi olma halinin sanal ortama aktarılması olarak görürler. Hiç kuşkusuz teknolojinin gelişmesi ve ucuzlaması insanoğlunda zaten var olan narsisizm duygusunu gıdıklamaktadır. Her iki tarafta da kamerası olan cep telefonları ve tabletler aslında insanın ekranla olan ilişkisini belgeler. Cep telefonlarındaki kameralarda görüntü kalitesinin yükselmesi Instagram, Vine, Twitter ve Facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinin popülerliği ile birleşince dijital yerlilere sadece sanal ortamda ifade yollarını süslemek kalmaktadır.
Selfie kelime aslında anlamı gereği de bu çağın ruhuna uygun. “Kendi” ya da “öz” denebilecek “self” kelimesine Türkçedeki “cık”, “cik “ gibi ek konulmuş. Anlıksal, hızlı, alaya alınabilen ve vazgeçilmesi kolay imgeler dünyasına çok uygun bir terim bu.
Başkaları tarafından nasıl görülmek istendiğimiz ve kendimiz için nasıl bir kimlik yaratmaya çabaladığımız soruları selfie ile bir kez daha sanal aleme taşındı. Yunan mitolojisinden beri süregelen narsisizm soslu bir ifade biçimi mi bu yoksa sosyal medyanın yaldızlı dünyasında basit bir kural mı? Karar sizin.