“O kadar şahane ki, mutluluğun sende olup olmaması bile önemli değil. Bir toplum, insanların gölgesinde asla oturamayacaklarını bildiği ağaçları diktiğinde gelişir. İyi insanlar başkalarına iyilik yaparlar. İyi insanlar başkalarının mutlu olması için çabalarlar. Ve bazen kayıplar, insanlara hayatta yalnız olmadıklarını hatırlatır. Bu hayatta tek başına değilizdir ve kendimize değilse bile başkalarına karşı sorumluluklarımız vardır.”
Seçim otobüsü son ses dolaşıyor. Hangi parti adayı, ne diyor, o seste duymak, anlamak mümkün değil. Hatta bazen iki otobüs yan yana düşüyor. Ne renkler, ne sesler tanıdık. Otobüslerden yükselen vaatler bana hiç “gölgesinde asla oturmayacakları ağaçları diktiklerini” söylemiyor. Daha çok günü kurtarmak, kervanı yolda düzmek üzerine verilen sözler. Ne de olsa önemli olan yola çıkmak, nasıl gittin, nereye vardın, sahi varabildin mi? bunlar sorulması gereken sorular değil.
Konumuza döneyim!..
After Life dizisinin Stoacı felsefeye denk düşen yukarıdakine benzer diyalogları hayat hakkında bilge cevaplar veriyor. Tony, mezarlık buluşmalarında tanıştığı kadınla adeta hepimizin iç sesiyle konuşuyor. Aslında varmak istediği noktayı kendi de biliyor ama başka birinden yardım almak, bu iç sesini kulağıyla duymak istiyor. İç sesi Tony’ye, hayatın döngüsünün daim olduğunu, hayatta mutluluğu da üzüntüyü de aynı şekilde kucaklamayı söylüyor. Ancak Tony bazen boşa koysa olmuyor, doluya koysa almıyor. Yeğeninin okulun bahçesinde tek başına bir köşede durduğunu görmezden geldiği seferler bir dert, bu durumu görüp önlem almaya çalışması başka bir dert.
Sonuç, Tony bir süper kahraman değil. Hepimiz gibi biri o. Tam da hepimiz gibi değil. İyi olanlarımız gibi. Hayatta durduğu yeri anlamlandırmak, hayatı bulduğu halden daha güzel bir halde bırakmak, kapladığı küçücük yerin sorumluluğunu duymak gibi sızıları var. Epey basit gibi dursa da çok önemli.
Dizi bana Edward Munch’un 1899 tarihli “Hayatın Dansı” tablosunu hatırlatıyor. Resmin ortasındaki kırmızılı kadın bugün. Bugün olduğu için capcanlı. Soldaki beyazlı kadın, gençlik, masumiyet. Geri döndürülemeyecek zamandan bir selam. Sağdaki siyahlı kadın ise yaşamın sonu, ölüm, karanlık. Epey karamsar bir tablo çizdiysem de arkada devam eden dans ve döngü aslında bu evrelerin geçmişle gelecekle ilgili olmadığını ama hayatın her anı içinde sürekli bitip başlayarak var olabileceklerini söylüyor.
Oysa felsefe sorular sormamıza yarar, cevaplar vermemize değil. Ancak dizi cevaplara kavuşmayı mümkün kılıyor, kendi yöntemiyle. After Life’ta karısını kaybeden Tony, onun ardından bir yas sürecine giriyor. Kendini dış dünyaya kapattığı bu dönemde sadece bir yöntemle ayakta kalabileceğine inanıyor. İstediği her şeyi yapıp istemediği hiçbir şeyi yapmayarak. Bedeli başka insanları mutsuz etmek olsa bile. Ama zamanla maya tutmuyor, çünkü o “iyi” biri. İyi olanlarımız gibi.
Kominsky Method dizisi de karısına çok düşkün biri olan Norman’ın, onu kaybettikten sonraki yas sürecini bir arkadaşıyla paylaştığı döneme odaklanıyor. Zaman zaman geçmişi bugüne dahil eden Norman, etrafında bir sürü insandan aynı kelimeleri duyuyor. Tıpkı After Life’ın Tony’si gibi. Herkes bu ikiliye hayata devam etmesi gerektiğini söylüyor. Yeni insanlarla tanışmalı, hayatın normal akışına karşı kürek çekmemeli, kendine gelmeli, toparlanmalı.
Roland Barthes yas sürecindeki insanlar hakkında yazdığı “Yas Günlüğü” kitabında annesinin ölümünün acısını kelimelere döker. İnsanların kendisine sürekli “haydi artık” dediğini anlatır ve yasın sanki bir meyve gibi olgunlaşarak ağaçtan düşeceğini ya da bir çıban gibi patlayacağını beklediklerini söyler.
Oysa hayat tatlı ve acının toplamıdır. Hayat tahinle pekmezdir. Önemli olan iyi zamanlarımızda olduğu kadar, kötü zamanlarımızda da sorumluluklarımız olduğunu hatırlamak, bencilliğe düşmemektir.
Kandinsky’nin Layered tablosuna bakarken şunu düşündüm. Son zamanlarda bazı sabahlar zamanın uçup gitmesinin muhteşem olduğunu düşünerek uyanıyorum. Çünkü zaman uçtuğu için savruluyor, rüzgârdan güç almayı öğreniyoruz sonunda. Zaman fazlaca kıymet biçtiğimiz çokça kişiyi de eleyen büyük bir elek. İnsanların korktuğunda, kıskandığında, sinirlendiğinde neler yapabileceğini görüp başımıza gelmeden hiçbir büyük felakete ne tepki vereceğimizi asla bilemediğimizi bize öğreten de zaman…
Hsiang yin’in ne olduğunu biliyor musunuz? Bir koku saati. Uzun yıllar önce Çin’de kullanılan bir saat. Zamanın geçişini kokularla anlatıyor saat, üstelik kapalı bir odadaysanız zaman asla geçmiş olmuyor çünkü geçen zamanın kokusu da odada kalıyor, uçmuyor, diğer kokulara karışıyor. Geçen zamandan güç alarak yeni kokuları karşılıyorsunuz. Resim olsa Van Gogh çizer, şiir olsa Rimbaud yazar, film olsa Kubrick çeker, o derece nefis değil mi?
Zaman aynı şeyleri önümüzde getire getire geçiyor. Hayat seçim otobüslerinin sesleri gibi bazı aylar yüksek perdeden bazı aylar sessizlikle konuşuyor. İyilik baki kalıyor. Gölgesinden faydalanmayacağımızı bile bile diktiğimiz ağaçlar iyilerden de kötülerden de uzun yaşıyor.