Bizim neslimiz olabildiği kadar rahat yaşadı; tabii ki sıkıntılı zamanlarımız oldu. Karartmalar gördük, çıkartmaları yaşadık, plajlarda askerleri siperlenmiş şekilde bile izledik, darbelerin etkisini de hissettik, onların simülakrlarını da takip ettik. Savaş görmedik yani! 1914-18 savaşı, bilindiği gibi, en çok ölü veren savaş olarak geçmekte tarihte. Savaşta tarafları oluşturan ülkeler birbirlerine karşı amansız bir kıyımı yaşadılar; çünkü barışı kurmak için, "diğer tarafı egemenlik altına alan bir baskıya" ihtiyaç duyacak kadar akılsızlaştılar. Raymond Aron, 1962'de yazdığı "Savaş ve Barış" adlı kitabında "yeni başlayan bir disiplin olarak Uluslararası İlişkiler savaş ve barış üzerine dayanan ve savaş sonrası dönemde, askerden polise ve diplomasiye doğru giden bir dünyanın içinde gelişti" diye yazmıştı. İlişkiler, artık, amasız bir galibiyet veya korkunç bir mağlubiyet üzerine değildi. Detant politikaları üzerine gelişmekteydi. Korku hakimdi; ama korkunun arkasında yatan propaganda araçları vatandaşlarına ideolojik savaşları yaşatıyorlardı; ama diğer tarafta, Üçüncü Dünya ülkelerinde savaşlar, sömürge-sonrası dünyadaki hesaplaşmalarını ideolojik ve şiddet boyutlarda yaşamaktaydı. Güç ilişkilerinin bir mantığı vardı ve ideolojik olan belirleyiciydi. Uluslararası ilişkilerde, kim kimin yanında baştan belli olan bir mantığa uygun olarak düşünülmekteydi. Analizler, önce ve sonra ile baştan belirlenmekteydi.
Postmodern olarak adlandırılan bir döneme girdiğimizde ise, siyasi olarak tek kutuplaşmaya doğru giden ve küreselleşmenin koşullarını hazırlayan neo-liberal bir ekonominin barışı zorlayan bir dünya düzeni kurulmuştu. Her yeni yıla girdiğimizde, beklenmeyen sürprizlerin başladığı zamanlar içinde yaşamaya başladık. 1979 yılıyla birlikte postmodern dalga, dünya düzeni içinde, başka bir merhaleye gelmeye başladı: Afganistan'ın işgali, Irak savaşı, ikinci Irak savaşı ve Libya ile denklemler sarsılmaya başlamıştı. Detant politikaları gerçek müdahalelere yol açmaya başladı.
"11 Eylül 2001" ise yeni bir yüzyıla girdiğimizin habercisi olarak "İkiz Kuleleri" yaşattı bizlere. Dünya, yeni dinamikler ve güç ilişkileri oluşturmaya doğru yön aldı. Bu, aynı zamanda, ekolojik olarak dengenin kaymaya başladığı, megalopoller üzerine kurulu beton bir şehiri ve yoğun nüfus birikimini beraberinde getirdiğinde, yemek yeme biçimleri hızlandı (Fast Food). Kötü yemek yeme ile birlikte, hem kirlenmekte olan hava şehirleri istila etmeye başladı, hem de GDO'lu yiyeceklerle birlikte çeşitli hastalıkların çoğalmaya başladığını ve hatta bazılarının ise geri gelmekte olduğunu yaşadık ve bunu haberlerden okuduk.
"İdeolojilerin sonu" olarak bize dönen, aslında belki de, "detant politikalarının" yerine gerçek çarpışmaların ve terör hareketlerinin başka bir boyuta gelmesiyle dünyanın özgürlükçü hareketlerinin krizini izledik. Sanayi toplumu kendi normlarını terk etmeye başladı ve esnek emek ve eğreti iş dünyası, borçla birlikte, yaşam biçimlerimizi değiştirmeye yüz tuttu. Popüler kültürün hakim olmaya kalktığı bu dönem, aynı zamanda, sanatlarda düşünce üzerine kurulu "refleksif sanat" ile gelişen sanatsal hareketi postmodern süslemelere, barok karşı-reforma uygun bir havanın içine soktu.
Bizim nesil zor zamanlar yaşadı; ama savaş yaşamadı. Şiddet gördü, ama askeri olarak savaşmadı. Askerlik zorluklarının da zorluğunu deneylemedi. Kısa dönem askerliklerle yaşadı bu tecrübeyi. Pax Oecumenica bu rahat ve refah yaşamı için bir gereklilikti ve bu gereklilikten payını aldık. Toynbee "militarizm uygarlıklar için ölümcüldür (...) bu kurum, aslında, kötü olmamasına rağmen bazen değişerek, canavarımsı bir somurtkanlığa sahip olabilmektedir " diye yazmıştı.
Yeni yıla girmekte olduğumuz bu zamanlarda, dünyanın "çivisinin çıkmış" olduğunu gözlemlemekteyiz. Her gün başka bir felaket haberiyle kalkmaya başladık. Korkunun neresinden döneceğiz? Ekolojik felakete eklenen toplumsal buhran ile birlikte ekonomik kriz "yeni güzel bir yıl" temennilerinin önüne geçmekte ne yazık ki! Söz konusu "korkuların gölgesinde" elbette temennilerimizi ve dileklerimizi aklımızda bir yere yazmaktayız. Ekonomik savaş dünyayı sarmış vaziyette; diğer savaşları da haberlerde gördüğümüzde boğazımıza bir şeyler düğümlenmekte. Gelecek diye baktığımız ufkun sislerle kaplı olduğunu görmek bazılarımızı ister istemez ürkütmekte.
Tarihte, 16. yüzyılda, din savaşlarının ilerlemekte olan bir medeniyeti nasıl engellediğini tarih kitaplarından okuduk ve okumaktayız hala. Bugün ise savaşlar sadece medeniyeti değil, ama ekonomik sıkıntılarla birleşince, doğayı, bilimi ve sanatları krize sürüklemekte. Dini ve etnik tolerans sınırlarını aşmış vaziyetteyiz. Her alanda düşmanlıklar, haset ve şiddet başını almış yürüyor. Bilhassa son altmış yılın özgürleşme ve serbestleşme üzerine kurulu kuralları yara alıp duruyor. Toplumsal, sanatsal ve bilimsel çöküş içinden geçen bir yeni yıl için ne düşünebileceğiz? Her yıl geçen yılı aratmakta mıdır?
Batı'da olduğu kadar Doğu'da ve Kuzey'de olduğu kadar Güney'de de, kriz ekolojik olduğu kadar toplumsal, sanatsal ve bilimsel duruyor. Ve zaten bunlar birbirlerine bağlı değil midir? Fanatizmler, suçlamalar, özür dileyecek bir medeniyetin yerini almış vaziyette! Yalan yemin, her yerde, dikkat çekici bir şekilde, hakikat-sonrası olarak adlandırılan bir söylem içinde kayıp gitmekte. İnsanların hareket ve düşünce tarzlarını da kaydırmakta: Belirsizlik ve umutsuzluk bıkkınlıkla karışmış vaziyette! Güven krizi burada bütün bu oluşumlara eklenmekte.
İman için önemli noktalardan biri olan hoşgörü kendisini haset dünyasına teslim etmiş sanki? Her karar başka bir karara haset duymakta! Max Horkheimer'ın "akıl tutulması" diye adlandırdığı bir düşünce, altmış yıllık bir refah-devleti sonrası, geri gelip, bizim dönemimizin toplumsallığını yakalamış vaziyette. Geriye bakan gözlerle, gelişmekte olanı değil, ama geçmişi yakalamaktan başka bir yere dönemiyoruz. Paul Klee'nin "Angelus Novus" tablosuna bakan Benjamin'in yazdığı dünyanın içindeyiz sanki. Orada, melek geçmişe nostaljik olarak bakmaktaydı. Ve, gelecek felaketlerin habercisiydi. Berbat uzun bir savaş ve soykırımı zamanlarından refah toplumlarına ulaşabildikten sonra, tekrar nostalji bizi alıp götürmekte mi bugün? Yeni yıla, bilhassa eski yıllara ve yıla bakarak mı gireceğiz? "Mutlu Yıllar" üzerine kurulu olan bir söylemin umut dolu sözcesi bizi felakete doğru götürmez diye ummaya ve dilek tutmaya devam mı edeceğiz yoksa?
Yoksa her şeye rağmen iyimser bir dünya içinde düşünüp, "Tanrı'nın yarattığı dünyalar arasında en iyisinde yaşadığımızı" öne sürüp yeni yıldan mutluluk dileklerimizi esirgemeden yemeğimizi yiyip, rahat bir uyku çekecek miyiz? "Herkesin yeni yılı kendine" diyerek, bu yılı bitirmek en iyisi mi olacak ya da!