1980'lerin başındayız; kuzenim İhsan Tellioğlu ile birlikte ilk defa ben Turunç'a Marmaris'e gidiyordum. Nasıl bir yer olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu; fakat hem kuzenimle çocukluğumdan beri geçirdiğim yazların ve seyahatlerin heyecanı bu seyahatime de heyecan katmaktaydı. Üstelik Paris'e Truva vapuruyla birkaç sene evvel İstanbul'dan Venedik'e oradan da Fransa ve Paris'e arkadaşım Alp ile arabayla gittiğimizde, Murat Dıraman da aynı vapurdaydı. Bu sefer Turunç'ta Murat'ın evinde kalacaktık. O günlerde kara yolu yoktu; tekne ile yolculuk yapılmaktaydı. Bakir bir deniz vardı. Her taraf yeşillik ve deniz maviydi. İstanbul'dan Paris'e 1976 yılında gittikten ve uzun yıllar Bodrum'a seyahatler yaptıktan sonra Turunç'u keşfedecektim.
Bu güzel yere geldik; akşam karardı ve elektrik olmayan bir sahile geldiğimizi anladım. Sabah erkenden denize indiğimde plajda Hegel'in "Estetik" kitabının ikinci cildini okumaktaydım ve karşımdaki bikinili kadın da Thomas Mann okuyordu. Yavaş yavaş burada oturanları keşfetmeye başladım. 1980 darbesi sonrasında Akademi ve Tatbiki Güzel Sanatlardan bazı hocalarla, orada tanıştım. Sakalları kesmek ve istifa etmek arasındaki ikilemi konuşmaktaydılar. Akşamüstü bir dostları gelecekti. Bilhassa dalmayı sevenlerin dostu olarak daha evvel elbette duyduğum bir ismi tanıyacaktım: "Timur Selçuk, kızı Hazal ve Ayşegül gelecekler" diye duydum. Onlar gelmeden evvel İsmail ve eşi Berna Türemenlerin arkadaşçılarıyla o akşam tanışmış oldum: Sadık ve Gülsün Karamustafa. Daha sonra 1990'lı yıllarda sergiler yapacağım sanatçıyla seneler evvel bu beldede tanışmıştım.
Akşamüstü Timur Selçuk gelmişti ve ertesi gün hemen dalmaya başladılar İsmail ile birlikte. Akşamüstü tuttukları balıkları Kartal Büfe'de hazırlattılar ve rakıya geçerken Timur Selçuk'un sırtının kıpkırmızı göğsünün ise bembeyaz olduğunu görünce çocukluğumda gördüğüm bir filmi anımsadım: Franco ve Ciccio adlı iki detektifin 002 İtalya'dan Sevgilerle (1964) adlı filmdeki bir sahnede, plajda gizli ajanlık yaparlarken ellerindeki kitapları göğüslerine koyarak uyuya kaldıkları sahnenin hemen arkasından kitapların izinin beyaz kalıp vücutlarının tüm ön taraflarının kıpkırmızı kaldığı aklıma geldi. Halbuki Timur Selçuk'un umurunda bile değildi bu durum. O zaman ne kadar sakin ve hoş bir insan olduğunu hemen görmüş oldum. Çok esprili ve çok değerli biri olarak tanıdım kendisini ve çocukluğumdan kalan şarkılarının 45'lik plaklarının ne kadar sevmiş olduysam kendisini de o kadar çok sevdim diyebilirim.
O seyahatin sonunda nezle olarak yattığımda, tam İstanbul'a dönmeden birkaç gün önce Teraflu içmekteydim soğuk algınlığına karşı. Timur Selçuk o sırada bana "Teraflu Ali" lakabını vermişti. Hep beraber otobüsle İstanbul'a dönmüştük. O zamanlar daha bugünkü uçaklar olmadığı gibi uzun otobüs yolculukları, elektrik olmayan köyler, geceleri fenerle yolu bulmalar ve araba yollarının daha kirletemediği temiz bir mavi deniz ve yeşillik orman tepeleri vardı. Yıllar sonra Turunç'a yeniden gittiğimde artık araba yolları vardı ve evler dolmuştu tepelere. Özal yılları ve sonrası darmadağın etmişti o tepeleri. Eski dönemle yolları ayırmıştık Türkiye'de yaşayan bizler ve yeni nesillerin hiç bilemediği bir Türkiye geldi yerine. "Yollarımız burada ayrılmaktaydı". Artık birbirimize doğanın tatlı vahşi bekaretine yabancıydık. Ne kadar zor olsa bu ayrılığı yaşamaktaydık. Doğa bize biz de doğaya yabancıydık artık: "İki yabancıyızzz-ınn". Her şeyi, bu anlamda, "unutmalıyız"! "Ne kadar acı olsa!" Bugün doğa bize sadece ekolojik bir kavram olarak geriye dönmekte.
Hatta meyhaneci artık şarkılarda yok. Ne Yakup ne de Refik! "Kalbimde bir ateş". Yeter çık karşıma (…) benim ol bugün yarın ve daima" sesini duyar gibiyim bir yandan ve meyhanede söylenen acıklı gibi duran neşeli şarkılar: " Hadi vur kendini şaraba kadere ve aşka vur (..) Yeter -in yeter öleceksek ölelim!". Ve "Meyhanede öldüğümüzü kimse bilmesin!
Yabancılaşmış yaşamımızda şehirle, İstanbul ile. Artık böyle değil "İstanbul'un akşamları"da! Hatıralar uçup giderken avuçlarımızda, renkler kararmakta! Ama öyle değil artık "İstanbul'un akşamları". "Bir meyhane köşesinde" değiliz Taksim yollarında: "Kapkara bir bulut gelmiş çökmüş İstanbul'un üstüne"! Öyleydi! "Hatıralar gitgide avuçlarında". İstanbul'un Orhan Pamuk'un uluslararasılaştırdığı "hüznü", o halde, çöker üstümüze. Ve Timur Selçuk'un sesiyle: !1Mayıs şarkısı artık Taksim'de söylenmemektedir. Unutma ve yok olmayla şehir ve biz birbirimize iki yabancıyızdır.
Ne Todori meyhanesi ve babasının rakı masasında yazdığı "Kalamış" artık Kalamış yazlık sinemasıyla Kalamış'tır, kalmamıştır. Ne de ölüp kaldığı rakı masası İstanbul'un. Bir Timur Selçuk geçti hayatımızın şarkılarından kendine has bir söyleyişiyle avantgard bir sesin tınısında dinlemeye, belki, devam edecek yeni nesiller; ve İstanbul hatıralar şehir olarak yeniden yaşayacak o şarkıların İstanbul'unu.