2011'de imzaya açılan ve 2014'te yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi aile içi ve dışı, kadına şiddet uygulanmasına karşı çıkan bir antlaşmanın adıdır. Bilhassa "aile içi şiddete" dikkat çekilmiş vaziyettedir. İlk olarak "aile içi" işareti öne çıkmaktadır. Ve zaten daha çok aile içi şiddetin kadına uyguladığı gerçek ve sembolik şiddetin karşısında durmak üzere hukuki bir çıkış yapılmıştır. 45 ülkenin imzaladığı bu antlaşma ile Avrupa Konseyi "insan hakları" sözleşmesini bir adım daha ileriye götürerek insan lafında sadece erkeklerin adı olmasına karşın, kadınların da bir hukuki yapılanmaya ihtiyacı olduğunun altını çizmek istemiştir. Uluslararası olan bu sözleşmenin İstanbul adını alması çok önemlidir; bu antlaşma sayesinde "insan haklarına" ve "kadın haklarına" saygının üzerine odaklanan sözleşmenin "İstanbul" adını almış olması, bu şehri hukuki anlamda tarih geçirecek bir sözleşmedir ve sembolik değeri kadar hukuki değeri de ön plana çıkmaktadır. Sözleşmeyi imzalayan devletlerin hukuki olarak bu antlaşmaya bağlı olmasının altı çizilmektedir.
Aslında oldukça makul olarak duran bu sözleşmeye göre, kadına karşı şiddetin engellenmesi, bu şiddeti gösterenlerin kovuşturulmalarına yönelik hukuki bir sürecin başlatılması, mahkemelerin bu yönde bir tavır ortaya koyması beklenmektedir. Buraya kadar her şey olması gereken gibi durmaktadır. Zaten kadına karşı şiddet göstermeye, bağırmaya, çocukları azarlar gibi yetişkin kadınları azarlamak şöyle dursun onlara elle saldırmaya, dayak atmaya ve hatta yaralamaya ve artık her gün haberlerden takip etmeye başladığımız öldürmeye kadar gitmek işin zıvanadan çıkmış olduğunu göstermektedir. Ve saydığımız olaylar bu sözleşmenin önemini ortaya koymaktadır. Sözleşme cinsler arası eşitsizliği ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Şiddetin sonucunda ortaya çıkan negatiflikler değerlendirilerek, şiddetin yarattığı travmaların sadece kadının değil bütün aile fertlerinin yaşadığının altı çizilmektedir. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi sadece kadına değil çocuklara karşı şiddeti de hedef almaktadır. Çocukları ve kadınları korumaya, çocuk istismarına karşı çıkmaya yöneliktir.
Fotoğraf: Vedat Örüç
Türkiye'de nüfusun yarısının dişi olduğuna bakarsak (kırk bir milyon küsur), erkek ve kadın sayısının eşit olduğu bir toplumda hukuki anlamda eşitliğin ve şartların eşitliğinin kuvvet kullananlara karşı hukuki olarak müdafaa edilmesinden daha doğal ne olabilir? Bunu söylerken kadınların daha az kuvvetli olduğunu ifade etmek istemiyorum. Çok kuvvetli sporcu kadınların olduğunu biliyoruz; hatta filmlerde bir yumrukta veya tekmede erkekleri devirenleri de seyrediyoruz; tenisçileri, atletleri, kadın futbolcuları, ski şampiyonalarındaki kadın kayakçıları spor müsabakalarında izliyoruz. Ama kültürel olarak çocukluktan itibaren ailelerin yetiştirme biçimlerinde kız çocuklarının aralarında yumruklu tekmeli kavga etmedikleri varsayımından yola çıkarak, kavganın daha çok erkeklerin aralarında yaptıkları bir dövüş olduğunu söylemek istiyorum. Bu dövüş alışkanlıklarını kadına karşı kullananların karşısında hukuki bir sözleşmenin önemini anlayabiliriz.
Aslına bakarsak "Bu yeni bir durum mudur?" sorusunu da sorabiliriz. Köy ve kent kültürü arasındaki bir farktan da bahsedebilir miyiz? Benim hatırladığım kadarıyla eskiden İstanbul'da en serseri ve kabadayı erkeklerin kadına el kaldırdığı pek görülmemişti; en azından alışkanlıklar arasında böyle bir hareket yoktu. Kadın belki bugün olduğu kadar özgür değildi; ama sembolik şiddete maruz kalsa bile fiziki şiddete maruz kalmıyordu. Daha sonra erkeklerin dövdüğü kadınları duymaya başladık. Bugün ise öldürülen kadınların sayısını tutuyoruz. Cinayet "cinnet toplumunun" içine sızmış vaziyette. Köy kurallarının kente uygulandığı bir dönemi mi yaşamaktayız?
Norbert Elias'ın "uygarlaşma süreci" olarak baktığı duyguların değişimi içindeki toplumsal dönüşüme baktığımızda, toplumsal alanda yaşayan insanların duygularının değişiminin uygarlaşmayla alakalı olduğunu görebiliriz. Elias uygarlaşmayı duygu değişimiyle açıklamaktaydı. İkinci önemli nokta ise nüfustaki dönüşüm olarak ele alınmaktaydı. Bugüne döndüğümüzde kırk bir milyondan fazla olan kadın nüfusunun varlığı ile 1980 sonrası artan nüfusla birlikte kentleşmenin yol açtığı duyguların değişimi arasında bir araştırma yapılması bana önemli gibi geliyor. Türkiye köy toplumuyken kent toplumu olmaya başladığı dönem 1980 sonrasıdır. Ne değişmiştir de bugünkü hale gelinmiştir? Bu dönüşümü erkeklerin kadınlar karşısındaki duygularındaki değişime bakarak ele almak mümkün müdür? Yoksa model olarak taklit edilen örneklerde mi sorun vardır?
Feodal şartları yaşayan bölgelerde, "töre cinayetleri", "namus davası", "kan davası" veya "çocuğu olmayan veya erkek çocuk doğurmayan kadına" karşı şiddet ve dışlama vardı. Kentlerde ise başka bir hayatı yaşayan burjuvazinin değerleri hakimdi belki, ama bu iki ayrı yaşam kentte yan yana gelip, kesiştiğinde nasıl bir ortam ortaya çıktı? 2002 yılında, Barabara Rosenwein adlı Amerikalı "duygular uzmanının" araştırmalarına göre, "onur ve aile sevgisi" üzerine kurulu toplumlarda aynı normlara bağlı yaşayan insanlar arasında gruplaşmalar oluşmaktadır. Bunlara "duygu cemaatleri" adını vermekte. Aynı onursal değerlere ve aynı çıkarlara göre benzer yaşam biçimine sahip olanların cemaati kurulmaktadır. Aile içindeki ilişkilerin belirlenmesi cinsiyet ve yaşlara göre farklılaşmaktadır. Cinsellik ve nesiller arası farklar belirlenmektedir. Erkekler ve kadınlar arasındaki kadar yetişkinler ve çocuklar arasındaki duygular nasıl belirlenmektedir ve ayrılmaktadır? Hangi duygulara yer vermek doğru hangileri ise yanlıştır. Bu soruların cevabını aile içinde bulmak araştırmanın parçası olacaktır. Bugün baktığımızda ise, modern toplumlarda aile içi ve dışı ilişkilerin daha bireylere bağlı olarak işlemekte olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla, kadınların duyguları ile erkeklerin duyusal ve psişik davranışlarında ahenk yerine ayrım ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu ayrım kadınların başka davranış ve yaşam tarzlarını benimsemesine yol açmaktadır. Erkekler ise, gözüktüğü gibi, bu gidişatı takip edebilmekte değildirler. Görüldüğü kadarıyla toplumsal alanda, siyasi ortamda bir yarılma söz konusudur. Duyguların işleme biçiminde ayrım ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan değişen duygu hallerini takip edemeyenlerin şiddeti karşısında kadınların hukuki vaziyetini koruma altına alan "İstanbul Sözleşmesi" önemini, hukuki olarak, bir kez daha ortaya koymaktadır. Siyasi ve sosyal bir devletin görevi toplumsal barışı sağlamak olduğuna göre, duygular arasındaki ayrışıklığın ortaya çıkardığı kadın erkek ilişkilerinde adaletin ve uyumun sağlanabilmesi için sözleşmenin kuralarının toplumlarda hukuki olarak erkeklere anlatılması ve anlaşılmıyorsa da yaptırıma sokulması gerekmektedir. Yoksa ne cinsler arasında ne de nesiller arasında bir anlaşma sağlamak mümkün olacaktır. Değişen duygusal durumlara göre, zihniyetlerin duygu hallerindeki değişimi takip etmesi halinde ancak uyumlu toplumsal bir yaşam mümkün olabilir.
O anlamda, kadınlar haklıdır: "İstanbul Sözleşmesi yaşatır."