Geçen yazımda, edebiyat ve dil üzerine yazdığımda yazarların dilinin kendinden bağımsızlaştığından söz etmiştim, özetle. Bugün başka bir şekilde güncel siyasi söylemlerin içinden geçen kelimeler üzerine yazmak istiyorum. Bu kelimelerin anlamlarının ne olduğu üzerine düşünmek, onların sosyolojik veya işaretler üzerine olan düzenlemelerine bakmayı beraberinde getirecek. Her şeyden önce, zaman zaman son dönemlerde giderek siyasilerin ağızından gündelik yaşamda kullanılmayan kelimelerin telaffuz edildiğini duymaktayız. Genel olarak Arapça'da var olan ama uzun zamandan beri yeni nesillerin lügatinde artık bulunmayan kelimelerin anlamlarından çok daha fazla ne ifade etmeye çalıştıklarına bakmak ve bu anlamın üzerine genelleşmeye başlayan bir yapılanmayı görmek ilginç olabilir.
Açıklayayım ne söylemek istediğimi. 19. yüzyılda dil üzerine düşünen Arap dünyasında kelimelerin birer organizma gibi işlemekte olduğu söz konusu edilmekteydi. Bu yüzyıl sonunda bilhassa Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında var olan toprakların ya bağımsızlık mücadelesi verdiklerinin ya da sömürgeleşmeye başladıklarının tarihini okuyabiliyoruz. Sömürge tarihi içinde bilhassa Şarkiyatçılık, dilin üzerinden toplumsal alanın anlamlarını yakalamaya ve ifade biçimlerini analiz ederek bazı dillerin "geri kalmış" toplumların dili olduğunu ve tekâmül etmediğini anlamaya çalışmaktaydı. Sömürge dili kendi dilini ve adetlerini empoze etmeye uğraşırken, aynı zamanda bu sömürgeleşmeyi güzel gözle görmeyen Arap yazarlar kendi dillerinin ifade biçimlerini ortaya koymaya çalışmaktaydılar.
Burada Osmanlı İmparatorluğu'nun "sömürge olup olmadığı" tartışmaları önemli bir yer teşkil etmekte değil midir? Genel olarak sömürge olmamış bir İmparatorluktan Kurtuluş savaşına geçerek yeniden doğan bir ülke imajı bu anlamda hâkim durmaktadır. Ancak, diğer yandan bakıldığında bilhassa Arap dünyasının Osmanlı'ya karşı ayaklanmaya başladığını, bunun arkasında da İngiliz "Arabistanlı Lawrence" gibi ajanların yer aldığını tarih ve edebiyat tarihi kitaplarından okumaktayız. Bilhassa "Emperyal" olan bir siyasi oluşumun başka Emperyalist güçler tarafından işgal edilmeye başlamasının ardındaki tarihi olayları göz önünde bulundurduğumuzda, dikkat çeken belki de sömürgeleşmenin Türkiye Cumhuriyeti öncesinde Osmanlı için geçerli olmaya başladığını hatırlayabiliriz. Orta Doğu coğrafyası daha Osmanlı İmparatorluğu sırasında sömürgeleşmenin içine girmeye başlamıştı.
Mısır seferiyle Napolyon'un bilim dünyasını bu topraklara götürdüğünde Mısır tarihi ve arkeolojisi üzerine başlayan çalışmalar bilimsel olan bir duyguyla birlikte sömürgeleşmenin de bilimsel verilerini yaşamaya ve yaşatmaya başlamıştı. Bir yandan sanatların ve bilimlerin yeşermeye başlatıldığı bu süreç içinde sömürge ve diller üzerine gelişen bir Şarkiyat uzmanlığı dil üzerinde durmaktaydı ve kelimelerin üzerine düşünmeye başlayarak toplumsal alanın analizini yapmaktaydı. Bu sayede Batı dilleri karşısında arkada kalan yerel büyük dillerin içinde yer alan Arapça'nın siyaset ile ilişkisi toplumsal ve bilimsel yollarla araştırılmaktaydı.
Tabii bugünden geriye doğru dönüp, bakıldığında bilimsel olanın Şarkiyatçılık olduğunu ama arkasında duranın ise sömürgecilik ve emperyalizm olduğunu görmekteyiz; içinde yaşadığımız sömürge-sonrası dönem içinde bu ikisi arasındaki ilişki, başta E. Said olmak üzere, birçok düşünür tarafından analiz edilmiştir. 19. yüzyılın başından itibaren bir dili bilgi olarak bilmek aynı zamanda o dili kullananların zihinsel yapılarına bakmak anlamına gelmeye başladığını da okumaktayız.
İngiliz Şarkiyatçıları, bu dalın analizinde hem biyolojiyi hem jeolojiyi ele almış hem de Arap kadim edebiyatının ardında yatan sayısız anlamların incelenmesiyle dile ait tüm olguların tasnif edilip düzenlenmesini gerekli bulmaktaydılar. Renan diller üzerine yazdığında, eski kadim dillerin ardında yatan insan zihninin tüm evrelerinin gözükebildiğini ifade etmekteydi. Bu bakış, dillerin gelişim evrelerinde geri kalmış olanlarını ilerlemiş olanlarından kesinlikli bir şekilde ayırmayı hedeflemekteydi.
Şark dilleri de zihinleri inceleyen bir veri olarak düşünülmekteydi. Bir dilin kelimeleri bu açıdan bakıldığında, önceleri doğal ve tarihsel bir organizma gibi kabul edilmekteydi. Daha sonra sosyolojinin ve dilbiliminin birlikte ortaya çıktığı zamanlarda zihin ve toplumsal yapı dildeki kelimelerin kullanımı sayesinde toplumsal genel zihniyeti ortaya koymaya yaramaktaydı. Hayatta kalan dillere nazaran bazı diller eskiyerek, tarihe gömülmekte, bazıları ise canlı bir şekilde ilerlemeyi ve var olmayı sürdürmekteydiler: Fosiller biyologlar için ne anlama gelmekteyse Avrupa-dışındaki yaşayan diller de Şarkiyatçılar için benzer bir anlam taşımaktaydı. Şarkiyatçılar ile emperyalizm arasındaki dengelerin kurulması bu dönemde ortaya çıkmıştı.
Ancak 19.yüzyılın sonunda kelimelerin yaşayan bir organizma olduğu fikrinin gerilerde kalmaya başladığını ve yerine kelimelerin bir temsilin parçaları olduğu tezinin geldiğini hatırlatabiliriz. Telgrafın kullanılmasıyla ve casusluğun yükselmesiyle kodlar üzerine kurulu işaretlerin temsili olarak dili ortaya koyduklarını söyleyebiliriz. Emile Durkheim (1858-1917) ile birlikte toplumsal yapının ortaya atılmasıyla ve de Michel Bréal'in (1832-1915) dil üzerine yazdıklarıyla dilin bir zihniyeti ortaya koymaya yarayan araç olduğu düşüncesi hâkim olmaya başlamıştı. Ve de, Ferdinand de Saussure (1857-1913) ise gösteren (ses-imge) ve gösterilen (anlam) ikiliğini öne sürmüştü.
O günlerden bugünlere çok şey geldi ve geçti (ses, yazı ve dil); ancak bu yerleşik fikirler bazıları için hala geçerliliğini sanki sürdürmekte. Bunu takip ederek görebiliyoruz. Dilin içindeki kelimelerin kullanımıyla bazı işaretler ortaya konulmakta. Ancak, bu eski kelimelerin artık toplumsal zihniyeti veya yapıyı koruma imkanları ortadan kalkmış gibidir; çünkü en azından bu zihniyetin içinden geçen kelimelerin var olması için bu kelimelerin hala toplumsal alanda bir ifade biçimi olarak işlemesi lazımdır. Oysa bunu değil de tersine belirli bir toplumsal fraksiyonu hedefleyen bir dilin kullanılması toplum olarak bütünlüğü değil, hizip olarak ayrımları ortaya çıkarmaya yaramaktadır. Ve belki de "anlaşılması" tam olarak istenmeyen bir işaret dilini meydana getirmektedir. Bugünkü siyasette hizip yaratabilecek kelimeler hala bir işe yaramakta mıdır? Kelimelerin içinden geçerek anlam ve işaretlerinin dekonstrüksiyonunu yaparsak neleri görebileceğiz ve neleri içinden söküp ayırabileceğiz? Bakalım bu gidiş nereye doğru yol alacak?
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|