14 Mart 2025
Sessiz ama kıpır kıpır ilerleyen devir teslim heyecanını hissediyor musunuz? Boşluğuna ne yürek dayanır ne hükümet, memleketime acilen zenci gerek! Zenci nedir ne işe yarar kısmına geçmeden evvel burada bahsi geçen “zenci” kullanımının etnisite ya da ten rengini işaret eden bir tanımdan ziyade toplumsal olarak makbul olmayan, hakları kolaylıkla gasp edilen, sesleri duyulmayan ve genel bağlamda marjinalleştirilen kesim olarak kabul etmenizi isteyeceğim. Böyle bir tanımla “zenci”nin hem ulus-devlet inşasındaki hem de toplumsal istikrarın sürdürülmesindeki kritik önemini Zizek çok anlaşılır bir şekilde tasvir ediyor. Schopenhauer’in “Herhangi bir halkın siyaseti, komşularına karşı duyduğu düşmanlık tarafından belirlenir” sözünün keskinliğini aşamasa da Hegel ve Lacan’dan yararlanarak geliştirdiği çerçevede toplumun kolektif bir kimlik oluşturmak ve sürdürmek için belli düşman karşıtlıklara ve ötekilere ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Hem içeride hem de dışarıda. Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloğu için kapitalizmin zenci, Batı Bloğu için komünizmin zenci olması gibi. Kolektif kimliğini tehdit ediyor, varlık savaşını bu öteki üzerinden veriyor. Fakat burada tek mesele bir ideolojik karşıtlığın olması değil. Ulaşılması hayal ve vaat edilen o kutlu saadetin, refah ve huzur içinde günlerin önündeki en önemli engel olarak da o grubun görülmesi oluyor. Yani kolektif bir “ah ulan bir bıraksalar”, “bizi bir tutmasalar”, “ah bir önümüzü kesmeseler” ete kemiğe bürünüyor, kişilerin içindeki öfke yönlenecek bir nesne buluyor... Bu mantalitenin nimetleri ise saymakla bitmiyor. Narsistik bir savunmayı da beraberinde getirerek kendi eksiklikleriyle hiç yüzleşmesi gerekmeden bir dış güce yansıtılan suç ile hem hükümet hem toplum hem bireyler hafifliyor. Nihayetinde bizlik bir durum yok, su uyuyor kahpe düşman uyumuyor. Kendisine hiç değdirmeden yönlendireceği öfke ile yöneticiler ekonomik yahut sosyal krizleri atlatıyor. Çoğunlukla da bu seçilen “zenci” hem içeride bir oluşum olarak görülüyor hem de “dış mihraklar” ile bağlantılı oluyor.
Peki bu teorik sistem bunun hiç gerçekçi bir yanı olmadığını mı gösteriyor? Elbette hayır. Her zaman devletlerin karşı karşıya kaldıkları iç ve dış tehditler vardır. Fakat devlet bu tehditlerin karşısında halkla beraber mağdur olacak, beraber ah edip ağlaşacak, durmaksızın kandırılan aldatılan olarak konumlanabileceği bir vazifeye sahip değildir. Bilakis güvenliği sağlaması, bu düşmanlık duygularını yönetmesi pekala talep edilebilir bir mercidir. Gerçekte karşılığı olmayan işte bu işleyiştir, iç ve dış tehditler değil. Gerçekte karşılığını bulamadığımız bu vaziyette de işte bu “zenciler” bir yönetim aracı, hükümetin joker kartı haline geliyor. Herkesçe kabul edilen bir tehdit karşısında birçok baskıcı eylem meşru hale geliyor, korku ile harmanlanıp alkışlarla karşılanabiliyor. 1980’le beraber solcu “anarşikler”, sonrasında Kürtler üzerinden ilerlediğini söyleyebileceğimiz zencilik mevkii sanıyorum 2010’lardan sonra ivmelenerek göçmen/mülteci etiketiyle Suriyeli ve Afgan’a göz kırptı. 2025’le beraber iktidar bloğunun büyük adımı ve belki zaman içerisinde devlet politikası olarak bile yorumlanabilecek birtakım gelişmeler Kürtlerin zenciliğinin daha da geri plana geçebileceğini gösteriyor. Fakat evrende boşluğa, AKP’de zencisizliğe yer yoktur. Bu nedenle de bu ateşli gündem içerisinde biraz da yeni zencimizin gelişimini seçmeye çalışıyorum. Çok iddialı adaylar her daim bulunmakla beraber ben oyumu lubunyalardan yani LGBT+ bireylerden yana kullanmak istiyorum. Malum, iktidarın “Aile Yılı” ilan ettiği 2025’i, LGBT+ bireylere ve LGBT+ aktivistlerine açtığı savaşını izleyerek idrak ediyoruz. Geçtiğimiz günlerde medyaya bir kanun teklif taslağı yansıdı. Bu kanun teklifi ile Türk Ceza Kanunu’na “biyolojik cinsiyet” tanımı eklenmesi planlanıyor ve inanılmaz genişlikte bir kapsamda cezalandırma serbestisi isteniyor. Taslak teklifinin bir maddesi şöyle: “Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”. Yani demek oluyor ki bunun akabinde bütün LGBT+ aktivizmi yapan dernekler, aktivistler yasal takip tehdidi altına girecek, örgütlenmeleri ve hak aramaları imkansız hale gelecek. LGBT+ sanatçıların, bireylerin, oyuncuların görünürlüğü engellenecek ve engellenmediği takdirde bunun cezai yaptırımı aracı kurum ya da yayıncıları da kapsayacak. Aynı zamanda yurt dışında cinsiyet uyum süreci ameliyatı yaptıran transların cezalandırılması da taslak kapsamı dahilinde.
Bunun garip bir sessizlikle karşılanmasına memleketin mevcut zencileriyle ilişkilerinden bağımsız bakılabilir mi emin değilim. Suriye ve Suriyelilere karşı ateşin biraz sönümlenmesi, Kürtlerle beraber atılan yeni adımlar lubunyaların bu açılan alana taşınmasına yardımcı olmuş olabilir. Peki LGBT+ bireylerin bir kimlik savaşı, varoluş tehdidi oluşturabilecekleri bir kurgu inşa edilebilir mi? Bence mümkün. Aile yapısı ve nüfus konuları üzerinden lubunyaların hem ekonomik hem kültürel tehdit oluşturduğuna dair argümanlar senelerdir artıyor. Özellikle 2023 seçim propagandalarında muhalefet bloğu AKP tarafından LGBT+ dayanışması ile “itham” ediliyor ve halkın bir kısmı tarafından da destek buluyordu. Peki şu anda ne oluyor? Kanun taslak teklifi ile ilgili fikirler toplanıyor. Eğer geri dönüşler olumlu olursa ve büyük bir tepki ile karşılaşılmazsa çok kapsamlı bir Yargı Reformu paketi içerisinde kaybolacak ve paketten çıkarılması güç bir hale gelecek. Köprüden önce son çıkışta olduğu söylenebilir. Yani kamuoyu bir süre daha sesini çıkartmadan izler ve bütün sorumluluğu LGBT+ aktivistlerine bırakırsa sözsüz bir anlaşmayla yeni zencimizle ilgili el sıkışacak olabiliriz. Bu el sıkışmanın reddedilmesini arzuluyorum. Fakat sıradaki zencimizin lubunyalar olup olmamasından bağımsız olarak Türkiye, kendine bakma cesaretini bulamadığı sürece bu düşmanca nefretin her an hedefi de olabileceğini sezen vatandaşlarının kendini her gün daha az güvende hissetmesinin getireceği daha büyük bir tekinsizlik sorunuyla karşı karşıya.
Nazlıcan Özkan Ordulu kimdir? Nazlıcan Özkan Ordulu, 1993 yılında Ankara'da doğdu. Psikoloji lisansını bitirdikten sonra ilk uzmanlığını Politik Psikoloji alanında Bournemouth Üniversitesi'nde tamamladı. Uzmanlığında gelir adaletsizliği ve kolektif narsisizm ilişkisi, negatif kampanya biçimleri, protesto ve post-modernizm dinamiklerini çalıştı. Ardından Türkiye'ye dönerek Klinik Psikoloji uzmanlığına başladı, şu anda aktif psikoterapistlik yapıyor. |
48'in bugünkü çaresizliği ya da umutsuzluğu 52'den değildir, 48'i korkutan 52 de değildir Erdoğan da. Varım diyemeyen 48 kendi kendisinin kabusu, karanlığı olur. Oyun alanını, sözünü kaybetmiştir
© Tüm hakları saklıdır.