12 Mayıs 2025
Sırrı Süreyya Önder
Öyle bir adam kaybettik ki... Büyük çoğunluğumuz -ben dahil- tam değerini ya bilmiyorduk ya da unutmuştuk. Şu altı üstüne gelmiş, gerçek bir demokrasiyi, hukuku ve adaleti tümüyle unutmuş bir toplumda, başka nasıl olacaktı ki...
Ama ben sinema ve siyaset bilgi kaynaklarımı karıştırınca, onun önemini anladım. Ve alelacele bu yazıyı yatmaya karar verdim. Geç de olsa hakiki değerlerimizi mutlaka takdir etmeliyiz. Biraz rötara rağmen...
1962 Adıyaman doğumlu Sırrı Süreyya Önder bir kaynağa göre Türkmen kökenli. Ziya Bey’le Zeliha Hanım’ın oğulları. Babası Adıyaman’da İşçi Partisi’nin şubesini kurmuş. Ama erken ölmüş. Onun ölümü üzerine Önder, dedesinin evine geçmiş. Orada dört kardeşiyle yaşamak üzere... O arada fotoğrafçılığa merak sarmış. Ardından sinema gelmiş; yönetmen, oyuncu, senaryo yazarı... Ama aynı biçimde siyasetçi... Biri öbürüne engel olmaz ki!
Böylece kendi içinde bir ‘sırrı’ olan bir adam çıkmış ortaya; siyaset kadar sanata, sinema kadar müziğe de sevdalı biri... Yönetmenliğe 2006’da Beynelmilel filmiyle başlamış. Aynı zamanda filmin senaryosunu yazıp oyunculuğa da katılarak... Yönetmenlik ve senaryoda Taş Yok Mu Taş adlı kısa film de var. Ayrıca senaryoda O... Çocukları, F Tipi Film gibi denemeler var.
Ama oyunculuğu çok daha ciddiye almış. 2006’da Beynelmilel’le başlayarak (ve kısa filmleri atlayarak) Ejder Kapanı, Ada: Zombilerin Düğünü, Ferahfeza, Yeraltı, Mar, Düğün Dernek, İtirazım Var, Gerçek Kesit: Manyak, Sur’da Devran, en son 2024’te Celal’in Treni gibi filmler var. Görüldüğü gibi inanılması zor bir kariyer...
Peki ama, böyle sanatçı bir adam siyasete nasıl böylesine görkemli bir figür oldu? Kendisinin bir dönem arayla dördüncü milletvekilliği dönemiydi. Aynı zamanda DEM Parti’nin TBMM Başkanvekiliydi. Rahatsızlanıncaya kadar Kürt sorununu partilerüstü bir girişimle ve kesin olarak çözümlemek isteyen bir girişimde yer alıyordu. Pervin Buldan ile birlikte epey aktif şekilde çalışıyorlardı. (Kadınların siyasetin kritik dönemlerinde böyle güçlü biçimde yer almasına her zaman bayılmışımdır!) O yan yana görkemli yürüyüş artık hatıramızdan çıkabilir mi?
Sırrı Süreyya Önder artık tüm ulusun sahiplendiği bir kimlik kazanmıştı. Ölümü birçok parti başkanını ve milletvekilini bir araya getirdi, cenazesi bir olay oldu. Hatta Devlet Bahçeli’nin onun anma töreninde fotoğrafından yanağını okşaması çoğu insanın sevdiği bir resim olarak anılarımıza girdi. Bu arada DEM Parti İmralı Heyeti üyesi Önder’in arabasında bir ‘düzenek’ bulunduğu ve bunun nasılsa önlenmiş bir suikast girişimi olduğu da söylendi.
Ben ayrıca şunu da yapmak istedim. Onun ilk ve belki en önemli filmi olan Beynelmilel’in zamanında yazdığım ve bir kitabıma giren (Sinemamızda Değişim Rüzgarları- Türk Sineması 2005-2010, Remzi) eleştirisini hatırlatmak... Buyurun bakalım:
Evet, küçük bir film... Evet, kimi reji ve mizansen hataları var. Ama yine de sıcak ve sempatik olduğu ve 12 Eylül dönemi üzerine ilginç saptamalarda bulunduğu yadsınamaz.
1982 yılının Adıyaman’ında geçiyor film... Yerel bir müzik-şarkıcı grubu, oturak ve zenne alemleri düzenleyerek bölgenin eğlence ihtiyacına karşılık vermeye çabalıyor. 12 Eylül askeri yönetiminin yerel temsilcileri, bu Kürt ve çingene ağırlıklı grubu ‘ciddi bir orkestra’ haline getirmeye çalışıyor. Ki kenti ziyaret edecek olan Konsey üyelerini karşılasınlar...
Grubun beyni, ‘keman çaldığında bülbüller susan’ Abuzer Yayladayı grubu adam etmeye çalışırken, delişmen kızı Gülendam da büyük kentte üniversiteye giden Haydar’a gönlünü kaptırmıştır. Ama Haydar bir devrimcidir ve yanından eksik etmediği bir 45’lik plakta çalan parçaya gönül vermiştir. Yani ünlü “komünist enternasyonal” marşına!.. Parça Abuzer’in kulağına ulaşır; ama kızı ona bunun “baharın gelişi” şarkısı olduğunu söyler. Marşı pek beğenen orkestra da bunu generallerin gelişi için hazırlamaya koyulur!..
Beynelmilel bize iki yeni yönetmen birden getiriyor. Ortak çalışma ürünü olan genelde sağlam bir senaryoyu oldukça başarılı biçimde aktarmışlar. Ancak yine de temelde “bir büyük şakaya” dayalı bir film bu... Onun etrafında yeterince zenginleştirilememiş sanki...
Dönemi ve çevreyi veren tüm ayrıntılar başarılı; aksayan bir şey yok. Karakterler de oldukça iyi çizilmiş. Müzisyen Yayladalı kardeşlerden şarkıcılığı da yürüten pavyon kadınlarına (“pavyon kadınlarının iyisi denk düşerse, diğer kadınlardan daha namuslu olur”); kadrolu muhbirlerden askerlere; filmin genç aşıklarından yaşlılara herkes iyi seçilmiş; iyi de oynamış.
Benim en çok beğendiğim, ilk kez dört başı mamur bir rolde yeteneğini gösteren Özgü Namal oldu. Genç sanatçı yılın tam sonunda geldi ve akıllarda kalan bir rolle, en iyiler arasında yer aldı. Ayrıca Cezmi Baskın’dan Meral Okay’a, Nazmi Kırık’dan Dilber Ay’a çok sayıda iyi karakter oyuncusu da var.
Film gerçi sinemamızın geçmişteki filmlerinden özellikle Selamsızlar Bandosu veya Vizontele gibi yapımları hatırlatmıyor değil. Ama öte yandan dönem filmlerini genelde ihmal etmiş olan bir sinemada, hem de 12 Eylül gibi toplumu son derece etkilemiş, dönüştürmüş olan bir dönemin filmleri elbette bitmedi; daha da yapılacak.
Bu arada kimi eleştirilerim de var. Örneğin finaldeki askeri tribün sahnesi filmin en kalabalık ve gösterişli sahnesi olduğu halde, içerdiği imkanlar kullanılmadan çabucak bitiveriyor. Ya da “ölümden sonra” konan o dayanılmaz türkünün duyguları zorla galeyana getirme çabası. Buna benzer kimi acemilikler filmi kusursuz olmaktan alıkoymuş.
Ama dram ile komedinin iç içe olduğu bu film, askeri dönem kadar ayakları yere basmayan hayalci bir devrimciliği de eleştiriyor. Her şeye karşın, rahatlıkla görülebilir ve görülmeyi de gerçekten hak ediyor.
Evet, hastalığı da büyük olay oldu. 18 gün tedavi altındaydı ve sevenleri üzüntü içindeydi. Sözcü’de Saygı Özürk şöyle yazmıştı: “Sürecin bu aşamaya gelmesinde kuşkusuz Sırrı Süreyya Önder’in çabası unutulmaz. Süreçte o da unutulmayacak ve belki bazı düzenlemelerde onun önerdikleri de yer alacak. Selahattin Demirtaş’ın da tahliye edilebilecği ayni çevrelerde sıkça ifade ediliyor.”
Ama bunların tümü ne yazı ki gerçeklemedi. Ve Önder, umut ettiği finali göremedi. Allah rahmet eylesin...
Atilla Dorsay kimdir?Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. 10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" ve "Benim Sevgili ‘6 Silahşörler’im" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.." |
28 Yıl Sonra, bence son dönemde şiddetin en anlamsız, en aşırı biçimde kullanıldığı filmdir. Bir başka bakışla da tipik İngiliz mizahının bu kez bol şiddet ve korkuyla harmanlandığı… Beni üzen, hatta kahreden bir şey de çocukların filmde kullanılmasıdır
Karşımıza gelen film sıradan bir gerilim değil. 'Kasırga', daha çok kötülüğün ve zulmün şaha kalktığı bir dönemin ve insanoğlunun canavarlaşmasının da öyküsü. Kendine özgü bir havası ve ritmi var. Ve belli bir gerçek-üstücü yapısı...
Son Damla, hem bir kadın hem de tam bir kapalı mekân filmidir. Karşımızdaki film kusursuz değil ama öylesine özgün yanları var ki... Yazar-yönetmen Tyler Perry seyirciye ‘happy end’ mi yoksa ‘mutsuz son’ mu sunacak, hiç bilinmiyor. Artık hangisi çıkacak bahtınıza, görünce anlarsınız!
© Tüm hakları saklıdır.