14 Şubat 2014

Aşk üzerine çeşitlemeler

Ne var ki Her- Aşk adlı son filmini takdir ettim. Üstelik tümüyle yazıp yönettiği ilk filmdi bu, yani her şeyiyle kendisine ait olan...

Bir sese aşık olmak...

AŞK 

Yönetim ve senaryo: Spike Jonze

Görüntü: Hoyte Van Hoytema

Müzik: Owens Pallett

Oyuncular: Joaquin Phoenix, Amy Adams, Rooney Mara, Chris Pratt, Olivia Wilde, Scarlett Johansson (ses)

Yapım: Amerikan filmi.

 

Spike Jonze gözde yönetmenlerimden değil. Zekâsını ve özgünlüğünü takdir etsem de, sayısız video ve kısa film çalışması arasında perdeye gelebilen iki filmi, Being John Malkovich- John Malkovich Olmak ve de Adaptation- Tersyüz, bana hep bir entelektüelin fildişi kulesinden dünyaya baktığı, seyirciyi apaçık küçümsediği, sanki biraz entelektüel masturbasyon alanına giren filmler gibi gözüktü.

Ne var ki Her- Aşk adlı son filmini takdir ettim. Üstelik tümüyle yazıp yönettiği ilk filmdi bu, yani her şeyiyle kendisine ait olan...

Film günümüzden biraz daha ileri bir dönemde geçiyor. Los Angeles fonu üzerinde, daha da mekanikleşmiş ve teknolojiye teslim olmuş bir yaşam tarzı var. İnsanlar ellerinden hiç düşürmedikleri küçük cihazlara gömülmüş, hep uzaklarla konuşuyor, haberleşiyor, müzik veya enformasyon dinliyorlar. Birebir temas en alt düzeyde.

Kahramanımız Theodore Twombly, boşanmak üzere olan yalnız bir adam. Aslında bir yazar. Ama yaptığı, artık mektup yazmak istemeyen insanların yerine el yazısı mektuplar yazmak ve böylece bu eski geleneği bir ölçüde ayakta tutmak. Hatta günün birinde, o el yazısı mektupları tıpkıbasımla bir kitaba dönüştürüyor.

Yalnızlığı içinde sığındığı şey, yine sanal alemden bir dost edinmek. Bir firmanın yeni buluşuyla, şifresini girdiğinizde karşınıza bir ses çıkıyor. Kadın veya erkek, siz seçiyorsunuz. Theodore elbette kadını seçiyor. Ve böylece adını birlikte koydukları Samantha ile ‘tanışıyor’.

Scarlet Johansson’un kadife sesine sahip olan Samantha, süper-teknolojinin bir kulaklığa yükleyebileceği tüm olanaklara sahip. Saniyenin onda birinde yüzlerce sayfalık bir kitabı okuyacak, binlerce mektubu gözden geçirip en iyi 165 tanesini ayıklayacak, her yere erişebilecek bir becerisi var.

Üstelik adamla duygusal olarak da yaklaşıyorlar. Konuşmalar gitgide kişiselleşiyor, insancıllaşıyor, iki gerçek insanın ilişkisine dönüşüyor. Bir farkla:  Samantha ayni anda 641 kişiyle benzer bir ilişki kurmuş  ve hepsini ‘idare eder’ konuma gelmiştir!.. İşin mekanikliği bir yana, sadakat da yoktur. Böylesine bir ilişki, bir aşk sürebilir mi?

Film, kağıt üzerinde abartılı bir futurist fantezi gibi gözüken bu durumu son derece ciddiye alıyor, incelikle ve inatla işliyor. Ve karşımıza radikal biçimde değişik bir ilişki öyküsü getiriyor. Belki bir benzeri yazar-yönetmen Andrew Niccol’un Simone (2002) filmi ve orada, kaprisli yıldızının yerine ‘imalat’ bir robot-kadın koyan yapımcının (Al Pacino) öyküsü olan....

Ama bu kez Jones işin sonuna dek gidiyor. Theodore’un dur durak bilmeyen  bir kardeş ruh arayışı, yürek burkucu biçimde gelişiyor. Ne eski karısı, ne üniversitedeki eski aşkı, ne de yeni tanıştığı seksi bir kadın ona gerçek bir aşk sunabiliyorlar. Samantha’da ise aradığı birçok şeyi buluyor: sanal ve ses düzeyinde de olsa şefkat, cinsellik, anlayış, paylaşma ve giderek sevgi. Ama nasıl, nereye kadar?

Film upuzun bir diyaloglar dizisi, bitmeyen bir sayıklama gibi. Az ama öz sahneyle belli bir gelecek duygusu yaratabiliyor: sokaklardan ev içlerine, metrodan meydanlara hep yalnız insanlar, binbir renkli parlak reklamların arasında küçük bir temas arayan mutsuz kentliler. Sanal pornografinin gerçek cinselliğin yerini aldığı, duyguların bitmeyen bir teknolojik saldırıya teslim olduğu bir yeni dünya. Ve o yapayalnız ruhların sanal dostluklara öylesine kucak açması.

Biraz tekdüze, hayli mekanik, kesinlikle sıkıcı, ama hüzünlü, hatta kederli bir film. Bu hüzün duygusunun ‘büyük’ bir filme yol açıp açmadığı ise sizin kişisel kararınız olacak.

 

Bir küçük aşk filmi denemesi

Bİ KÜÇÜK EYLÜL MESELESİ   

 

Yönetim ve senaryo: Kerem Deren/ Görüntü: Gökhan Tiryaki/ Müzik: Toygar Işıklı/ Oyuncular: Farah Zeynep Abdullah, Engin Akyürek, Onur Tuna, Ceren Moray, Serra Keskin/ Ay Yapım.

Çağdaş Türk sineması kimi zaman çok değişik filmler yapıyor. Ama iş aşka geldiğinde biraz tökezliyor. Hem de radikal biçimde farklı işler yapma çabasına rağmen...

Bu film de bu değişiklik arayışının sonucu ortaya çıkmış. Malikâne gibi bir evde yaşayan sosyete kızı Eylül, her istediğine sahip olmuş şımarık bir genç kızdır. Ve genç kızların gözdesi bir yakışıklı oyuncuyla da evlenmek üzeredir. Bozcaada’ya tatile gitmiş ve anlaşılan orada bizim bilmediğimiz bir macera yaşamıştır. Sonrasında, nişanlısının kullandığı araba kaza yapınca ölümün eşiğinden dönen Eylül, neden sonra iyileşir. Ancak kaza öncesi geçen bir aylık zamanı hatırlamaz. Ki buna o ada macerası da dahildir. Gerçeği öğrenmesi, ancak adaya yeniden gitmesiyle mümkün olacaktır.

Film aslında klasik bir aşk hikâyesine belli bir gizem getirmeyi deniyor. Bunu da bir yere dek başarıyor. Nitekim finalin bizi gerçekten şaşırtması, bunun kanıtı.

Ancak film çok iyi ambalajının altında biraz kof gözüküyor. Mekan kullanımı, iki baş oyuncusunun yarattığı sempati, biraz aşırı kullanılmış olsa da müzik, olumlu puanlar getiriyor. Çizerin karikatürleri olarak kullanılan Erdil Yaşaroğlu’nun çizgileri de...

Ama film yine de sıradan bir aşk filmi olmanın ve de bir TV dizisi estetiğine teslim olmanın sınırlarına kadar geliyor. Bundan da ancak finalinin ilginçliğiyle sıyrılıyor. Bu, bir bölüm seyirci için biraz geç kalmış bir atak olabilir.

Film bana büyük ölçüde Issız Adam’ı hatırlattı. Buradaki Tek (aslında Tekin) o tür bir karakter. Toplumdan kaçıp bir adaya sığınmış, her şeyden korkan, adada yaşamanın en basit gereklerini bile beceremeyen bir sanatçı... Ne yüzme biliyor, ne dans. Ne flört etmiş, ne sevmiş. Öylesine ürkek ki, Eylül’ün onu normalleştirmesi kolay olmuyor. Ama sevdi mi de öylesine seviyor ki...

Aslında belki filmin en özgün yanı, bu farklı karakterlerden çıkıyor. Çünkü hikâye, ülkemizdeki hep ezilen, hep kurban edilen kadın imajını sanki ters-yüz ediyor. Burada zayıf olan, zavallı olan ve kadın tarafından yok edilen, erkek oluyor. Temel bir değişiklik!.. Benim hayli küçümsesem de filmi belli ölçüde sevmeme de, galiba bu neden oldu. Eee, erkek değil miyiz?   

Yazarın Diğer Yazıları

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

Belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi

Tümüyle sadizm ve sado-mazoşizm duygusu sinmiş "Barda 2", belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi olmaya adaydır. Bu kıyımdan kurtulan pek azdır. Böyle bir filmin bir kadının elinden çıkması kendi başına bir olaydır bence...

Bir sinema tutkulusunun ölümü ve düşündürdükleri

Ölüm ilanlarının dışında ne yazılı basında ne de TV’lerin kültür saatlerinde hiç anılmadı. Oysa kapsayıcı bir bakışla, bugün Yeşilçam öncesi, kendisi ve sonrasındaki onca filmin önemli bir bölümü, bugün Sami Şekeroğlu sayesinde bizim olmuştu

"
"