ORHAN UMUT GÖKÇEK
Karakarga Yayınları 2019 152 s.
Tuş, kısa bir grafik çizgi roman olmanın ötesinde bir çalışma olarak çıkıyor karşımıza. Orhan Umut Gökçek eserinde fantastik bir hayal gücüyle günümüz insanının rekabetçi bir sisteme maruz bırakılışını, yersizyurtsuzlaştırılmasını, yalnızlaştırılmasını, belirsizliğe mahkum edilişini anlatıyor – ve yükselmek için fırsatları ölümüne değerlendirmeye çalışmasını… Siyasi erk(ler)in sığ bakış açısını yansıtarak.
“Bir gün karşınızda havada asılı duran bir tuş belirseydi ne yapardınız?”
Yani aniden odanızın, ofisinizin, sınıfınızın, sokağınızın, arabanızın ve hatta oturmak üzere olduğunuz bankın üzerinde bir tür mekanik açma kapama düğmesi belirse ne yapardınız?
Basar mıydınız? Basınca ne olmasını umardınız? Ödül mü ceza mı? Ölüm mü yaşam mı? Daha da önemlisi kim koymuştur o tuşları öylece havada asılı durdukları yerlere?
Tanrı mı?
Sistem mi?
Karma mı?
En önemlisi de neyi temsil ediyor olabilir ki havada asılı duran bir açma kapama düğmesi?…
Ne kötü. Tuş hakkında uzun uzadıya yazmak istiyor olmakla birlikte içeriği ve kurgusu hakkında çok fazla ayrıntı veremeyeceğim. Vermiyorum ki okuyacakların ağzının tadı bozulmasın. Ancak elbette bazı ayrıntılar dökülecek karelerden kâğıdıma ama… Ama az olacak, emin olun.
Ana bilgi yukarıda aktardığım gibi: Havada mekanik bir aletin açma kapama düğmesi olan TUŞ belirir ve basanların başına bir şeyler geliverir. Veya basmaz, gelmez ama değişen dünyayla birlikte her bireyin hayatı etkilenir.
Bir TUŞ’a Bas Hayatın Değişsin
Ben Tuş’u okurken hep sıradan bir açma kapama düğmesiyle kurgusal bir fantazyadan çok içinde yaşadığımız hayatı ve sistemi düşündüm. Adım adım yol aldım sistemin içinde.
Aklıma ilk önce rekabetçi piyasa koşulları ve bireylerin koşuşturması geldi. “Bas bir düğmeye hayatın değişsin”. Tıpkı günümüzde yayınlanan ucuz TV yarışma programları gibi. Tuşa ilk basan ya yükselme fırsatı yakalıyor ya da dibe vuruyor. Soruyu yanıtlama, ilk hareketi gerçekleştirme, yarışmaya başlama şansı hep o tuşa ilk basabilmeye bağlı. Fırsat yakalanır da değerlendirilemezse sıra rakibe geçer. O saatten sonra rakip başarılı olursa yapacak bir şeyiniz yoktur.
Takımlar halinde mi yaşıyordunuz? Birlikte batarsınız bu durumda.
Tıpkı rekabetçi piyasa koşulları gibidir artık yarışmalar. Yöneticiler fırsatları değerlendirir, başarılı olurlarsa işiniz sizde kalır, rakip firmanın onlarca çalışanı ekmeğini kaybeder. Tersi durumundaysa siz… “Survivor” yarışmasının sunduklarıyla aynı. Daha doğrusu Survivor yarışması bize içinde yaşadığımız adaletsizliği yansıtır. Biz de izleriz. Neden onlarca kişinin katıldığı bir yarışmada binlerce zahmete girildikten sonra tek kişinin kazandığını sorgulamayız.
Günümüz sistemi hayli rekabetçi ve hatta yutucu tekelci kapitalist duruş sergiler: “ya hep ya hiç”.
Haliyle yarışmacılar bu yaşam biçimine göre ya birinci olacaklardır ya da kaybedeceklerdir. İkinci, üçüncü, katılımcı mansiyonu vb. yoktur. Hem zaten yeni dünya düzeninde “ikinci olmak kaybedenlerin birincisi olmak” demek değil midir? Üçüncü, dördüncü, beşinci olmak ne anlam taşıyor, düşünmek bile istemiyorum. Kaybettiyseniz yoksunuzdur. Hatta hiç olmamışsınızdır. Unutulursunuz.
Spor tabanlı ancak etik ve sportmenlikten uzak bir yarışmayı neden kanıksadığımız belli. Hayatımız da aynen öyle ilerliyor artık.
Haliyle “Bas bir düğmeye hayatın değişsin” bir anlayış olarak hayatımıza sızmıştır. Sınava girerken, işe başlarken, mülakata hazırlanırken, işimizi kollarken, yaşam şeklimizi korumaya çalışırken, siyaset tartışırken hep olaya kendi penceremizden bakar, sportmenliği bir kenara bırakır, karşımızdakini yok etmek isteriz. Ya da öyle davranmak üzere koşullandırılırız. Düğmeye basarız ve ölümüne savaşa hazırlanırız. Empatinin yok edildiği bir düzendir bu. Vahşi kapitalizmin temeli.
Üstelik bunları yaparken sistemi sorgulamaktan uzak durur, yüzleşmez, yıkmaz, düzeltmez, harekete geçmeyiz. Sadece sızlanırız, söyleniriz, ağlaşırız ve yine de fırsatını yakalarsak yükselmek için hemen TUŞ’a basıveririz. Unuturuz bir önceki acılarımızı.
Amerikan rüyasının tezahürü: Bir ev almak, belirli sayıda çocuk yapmak, araba sahibi olmak, iyi bir gelir elde etmek… Ha, bir de köpek veya kedi beslemek. Ya da ikisini birden.
Tek yapılması gereken sosyal hayatınızı ve hayallerinizi rafa kaldırmaktır. İpotek için, çocukların okulu için, kısır ve anlamsız tatiller için, üç beş parça çer çöp için ölümüne çalışmanız yeterlidir. Bu süreçte her an yalnızlaştığınızı fark etmezsiniz. Özgürlüğünüzün yok olduğunu idrak edemezsiniz. Belirsiz bir hayata mahkum edildiğinizi de bilmezsiniz. Çocuğunuz üniversite okur, o da borçlanır ve hayatının kalanını önce borç ödemeye vakfeder. Evlenir ve aynı döngüye kapılır. En ufak çıkış arayışı, döngüyü kırma hareketi şiddetle cezalandırılır. En ufak bir yanlışlıkta ipoteğinize rağmen, çocuklarınızın okul planlamalarına rağmen, kurduğunuz dayatılmış hayallere rağmen cezalandırılırsınız. Elinizdeki imkânlar alınır. Kendinizi güvencesiz bir şekilde sokakta buluverirsiniz. Çünkü TUŞ’a basmışsınızdır ama başaramamışsınızdır.
Üstelik de yanınızda ve yakınızda bulunan herkesle birlikte. Havaya uçarsınız.
İşin Kökenine İnmeden Etrafında Dolanmak
Günümüzde Corona (Covid 19) salgını da dahil olmak üzere birçok konuda fikir beyan eden ve TV programlarından halka seslenen uzmanlara kadar sirayet etmiştir sığlık. Hiçbir şey söylememek için konuşmak, siyasi erkin çizdiği sınırlı kalıplar içerisinde kalarak basmakalıp laflarla zaman öldürmek… Uydurukça oyalanmak…
Orhan Umut Gökçek’in Tuş grafik çizgi romanında aniden ortaya çıkan krizlerde konuşan siyasilerin ve uzmanların pek değerli görüşleri ne de güzel toparlanmış:
“İşin kökeni nedir?” diye soranın olmadığı laklaklar ve zaman öldürmeler. Kim kazanıyor bu süreçte belli ancak kim hayatını heba ediyor o daha da belli: Hepimiz!
Hedefsiz, hayalsiz, amaçsız yaşıyoruz artık. Örgütlenemiyoruz. Yalnızız. İntihara meyilliyiz. Bazıları bunu büyük şehirlere bağlayarak kırsala kaçıyor ancak durum değişmiyor. Artık belirsizlik ve ölüm köylere kadar inmiş, mutsuzluk bütün hücrelerimize işlemiş durumda. Sanal bir dünyaya karşı koyamıyor, savaşamıyoruz.
Eskiden de patron vardı ama hemen fabrikanın, ofisin, işyerinizin köşesinde, tepesinde veya yakınında olurdu. O insana ulaşıp Yeşilçam filmlerindeki gibi “Ben Yaşar usta” diye hitap etme şansınız vardı. Şimdiyse küresel sermayenin elinde böcekler gibiyiz. Kime ulaşıp neyin hakkını arayarak neyi dayatabilecek veya pazarlığını yapabileceğiz?
Kimler tarafından olduğunu bilmeden son derece sert rekabetin ortasına bırakılmış durumdayız. Önümüze konan tuşlara, açma kapama düğmelerine basarak şansımızı deniyoruz. Damokles’in Kılıcı tepemizde asılı duruyor. TUŞ’a basıyoruz…
Orhan Umut Gökçek ve TUŞ
Orhan Umut Gökçek ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünden mezun olmuş, Anadolu Üniversitesi Çizgi Film bölümünde Yüksek lisansını tamamlamış yetenekli bir sanatçı. Kısa film ve animasyon çalışmalarıyla tanınıyor daha çok.
Tuş grafik çizgi romanı onun ilk basılı eseri ve bence şaheseri.
Okuduğunuzda anlatamadığım ayrıntıları gördükçe ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Bundan eminim. Karakarga yayınları bu eseri basarak çizgi roman dünyasına yeni bir görüş açısı kazandırmıştır desem yeridir.
Ve şu havada beliren TUŞ… O gerçekten sadece bir tuş mudur?
Değildir.
Bana sorarsanız TUŞ sadece mekanik bir aletin açma kapama düğmesi değil, biraz da insan evlâdının sırtının yere gelmesini temsil ediyor gibidir.
•