07 Mayıs 2021 00:00
Burak Dalgın*
Köstebek oyununu ('whack a mole') bilirsiniz. Köstebekler yuvalarından rastgele kafalarını çıkarır. Kısıtlı bir süre içinde ne kadar fazlasının başına çekiçle vurursanız o kadar çok puan kazanırsınız. Ama siz tam birinin hakkından gelmişken anında bir yenisi belirir. Milletçe durumumuzu buna benzetiyorum. Her güne bir krizle uyanıyoruz. Onunla boğuşurken maddi-manevi yoruluyoruz. Nefes almaya kalmadan yepyeni bir problem baş gösteriyor. Günler böyle geçiyor. Sürekli bir hareket var, ama ilerleme yok. Peki bu kısır döngüden nasıl çıkacağız?
Bunu başarmak için sistemli, entegre ve taze bir bakış açısına ihtiyacımız var. Sistemli; çünkü krizlerimizin çoğunun kaynağı günlük meseleler değil yapısal sorunlar. Entegre; çünkü vakit kaybına tahammülümüz kalmadığı için pek çok alanda eş zamanlı ve birbiriyle tutarlı adımlar atmamız gerek. Taze; çünkü Yeni Kamusallık[1] ve Yeni Siyaset[2] yazılarında da atıf yaptığım Einstein'in meşhur sözündeki gibi, problemleri onlara sebep olan yaklaşımlarla çözemeyiz.
Ağır sakatlıktan çıkan bir sporcuyu düşünelim. Önce, ayakta durabilmesi ve temel fonksiyonlarını yerine getirebilmesi gerekir. Sonra spora döner, antrenmanlara başlar ve tekrar takımının parçası olur. Bu esnada gücünü toparlaması ve kapasitesini kullanabilir hale gelmesi gerekir. Nihayet performansı yükseltir ve umulur ki eskisinden daha iyi bir noktaya ulaşır.
Aslında, zor bir dönemden geçen ülkemizin atması gereken adımlar da bundan çok farklı değil:
Gelin bunları biraz daha somutlaştıralım ki söylediklerimiz temenniden ibaret kalmasın.
Ülkemizde son yıllarda çok hırpalanan iki ana alan var: kurumsal mimari ve haklar/ hürriyetler.
Tanzimat Fermanı'ndan beri hedeflediğimiz rasyonel işleyen kamu mekanizması ideali ('devlet-i muntazama'), partili/ taraflı cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle büyük bir yara aldı. Tek elden ve yeterince düşünülmeden alınan ama hızla düzeltilmesi gerektiği anlaşılan kararlar yeni dönemin alamet-i farikası oldu. 6 Şubat 2021 tarihli Resmi Gazete'yi hatırlayalım: 'Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Bazı Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'. Yetki karmaşasının (İstanbul Sözleşmesi'nden çıkış) ve yıpranan kurumların (sabaha karşı görevden alınan TCMB Başkanı, bağımsızlığı ancak sözde kalan RTÜK) etkileri salgın döneminde günlük hayata da yansıdı. Lebalep kongreler, VIP cenazeler veya turiste serbest-vatandaşa yasak uygulamalar hakkaniyet duygusunu iyice sarstı. Bu kaostan çıkış için güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş önemli bir adım. Bunun hemen ardından siyasi partiler ve seçim kanunlarında değişiklikler ve kamu yönetimi reformu (müsteşarlıklar, yerel yönetim yetkileri) gerekiyor. Ancak hepsinden önemlisi zihniyet değişimi. Modern bir devletin temel sütunları olan kamunun tarafsızlığı (ihaleler, siyasi davalar), idarenin öngörülebilirliği (Mali Kural) ve eşit vatandaşlığın tesisi için her alanda kural bazlı mekanizmalara ihtiyaç var.
Ülkemizdeki hürriyetlerin durumu malum. Basın özgürlüğünde 153., hukukun üstünlüğünde 107. olduğumuz, 'internet özgür değil' kategorisinde bulunduğumuz uluslararası sıralamalar da, gençlerin 'tweet beğenmekten korkuyorum' yorumları da durumu gösteriyor. Bunun doğal sonucu hak ihlalleri, kişilerin kapasitelerini kullanamamaları, mutsuzluk ve ülkemizi terk etmeleri. Geniş hürriyetleri merkeze almayan ve bu alanda çıtayı evrensel seviyeye koymayan bir hareketin toplumsal desteği arkasına alması da sağlıklı bir restorasyon yapması da imkansız.
Ülkemizin iki temel entegrasyon meselesi var: toplumun kendi içinde ('kapsayıcılık') ve ülkemizin dünya sistemiyle ('evrensellik') entegrasyon.
Yunus Emre'nin meşhur dizesi 'kamu âlem birdir bize', kamu kelimesinin 'herkes, bütün' olan anlamını yansıtıyor ve yedi asır önceden ilham veriyor. Halbuki, kamu işe alım mülakatlarındaki uygulamalar, EBA'ya ulaşamayan 4.4 milyon öğrencinin durumu veya salgın döneminde esnafa destek yerine kamu-özel işbirliği projelerinde kamu alacaklarının ötelenmesi tercihi tam tersi bir yaklaşımı ortaya koyuyor. Sadece Mart ayında Bursa ve İzmir'deki esnafla, Aydın'daki çiftçiyle, Edirne'deki pazarcıyla, Balıkesir ve Çanakkale'deki öğrenciyle yaptığımız sohbetlerde bu konular tekrar tekrar gündeme geldi. Üstelik teknolojik dönüşüm sonucunda bazı toplum kesimlerinin yaşayabileceği iş/ gelir kayıpları da yeni bir meydan okuma olarak karşımıza çıkıyor. Kapsayıcılık salt bir toplumsal adalet ve barış meselesi olmanın ötesinde, liyakati hakim kılmak, toplumsal enerjiyi seferber etmek, ekonomik üretkenliği sağlamak ve bireyi özgürleştirmek için de elzem. Eşit vatandaşlık yaklaşımı, yenilikçi sosyal yardımlar (asgari aile gelir desteği) ve fırsat eşitliğine yönelik politikalarla (kaliteli kamusal eğitim, öğrencilere ücretsiz internet) bu sorunu aşabiliriz.
'Yerli ve milli' slogan ile özetlenen yaklaşım yurtta vasatlığı hakim kıldığı gibi (amiyane ifadeler veya imla hataları içeren resmi metinler) dünyada da ülkemizi zayıflattı ('değerli yalnızlık'). Bunun diplomatik (Biden'ın 1915 açıklaması), askeri (F-35, S-400), ekonomik (doğu Akdeniz gazı, bazı Ortadoğu ülkelerinin ambargoları) ve kültürel (Eurovision'a katılmamak) alanlarda negatif etkileri oldu. Türkiye'nin değer bazlı ittifaklarını derinleştirmesi (AB müzakereleri), çıkar bazlı iş birliklerini sürdürmesi, yapısı itibariyle küresel meselelerde (iklim krizi, dijital hizmetlerin vergilendirmesi) uluslararası platformlarda kürsü sahibi olması, yani kısaca dünyayla her alanda entegasyonu, ülkemizi daha itibarlı, ekonomimizi daha zengin, vatandaşlarımızı daha mutlu yapacaktır.
Ülkemizde iki büyük mobilizasyon ('kaynak seferberliği') alanı var: kadınlar ve gençler. Bu alanlarda kaydedilecek ilerleme cinsiyet eşitiği ve nesiller arası adaleti tesis etmek, ekonomik kalkınmayı güçlendirmek ve dünyadaki yeni meydan okumaları aşmak için şart.
Çalışma çağındaki dört kadından neredeyse sadece biri (Şubat 2021: yüzde 26.7) çalışıyor. Bu oran erkeklerde beşte üç (yüzde 60.4). Kadınların istihdamını erkeklerle aynı seviyeye taşımak, 12 milyon ilave kişiyi çalışma hayatına kazandırmak ve iş gücünü (dolayısıyla ekonomiyi) yüzde 38 büyütmek demek! Bunun ilk yolu eğitim; zira mezuniyet seviyesi arttıkça kadın istihdamı artıyor (genel kadın nüfusunda yaklaşık 1/4 olan çalışma oranı lise mezunlarında 2/3, üniversite mezunlarında 3/4). Halbuki 100 kadından 8'i henüz okuma yazma bilmiyor, erkeklerin üniversite mezuniyet oranı kadınlardan yüzde 28 daha yüksek. Bir diğer yol esnek çalışma ve kadın girişimciliğinin (en iyimser tahmin girişimcilerin altıda birinin kadın olduğu) önünün açılması (mikrokredi, finansal kapsayıcılık, etki yatırımcılığı). Mesela, tek işverene bağlı olarak, tek bir mekanda, belli mesai saatleri arasında ve belli kazançla çalışma yaklaşımındaki değişim ('future of work') ciddi bir fırsat olabilir. Üstelik kadınların doğrudan pazarlama ve internetten ürün satma gibi konularda daha başarılı olduklarına dair araştırmalar var. Nihayet, kadınlara yüklenen orantısız ev-içi görevlerin kısa vadede (kreş ve bakımevleri açılması) ve orta vadede (kültürel değişim) atılacak adımlarla makul bir seviyeye çekilmesi elzem.
Gençlerde de benzer bir durum var. 15-24 yaş grubundaki nüfusumuz 13 milyon (ülkemizdeki altı kişiden biri, 20 AB üyesi ülkenin nüfusundan fazla). Bu büyük kitlenin yüzde 44'ü eğitimde, yüzde 19'u istihdamda ve yüzde 10'u hem eğitimde hem istihdamda. 'Sayılar yanlış, toplam yüzde 100 etmiyor!' dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, çünkü gençlerimizin dörtte birinden fazlası, yani en az üç milyon kişi 'ne işte ne okulda'! Üstelik özgürlüklerin kısıtlandığı, ekonomik fırsatların daraldığı (genç işsizliği yüzde 27), yarından beklentinin azaldığı bir ortamda ciddi bir kesimin çıkışı -ne pahasına olursa olsun ve belki dönmemek üzere- yurtdışına gitmekte araması sürpriz değil. Nitekim Avrupa ve ABD'de iyi okullarda okuyan gençlerimizle yaptığımız Zoom toplantılarındaki yorumlar, bu rakamların gerçek hayattaki yansımalarıydı. Üstelik, demografik fırsat penceremiz giderek kapanıyor. Çalışma çağındaki nüfusun (15-64 yaş) toplamdaki payı 2020 itibariyle düşmeye başladı. 21. Yüzyılın 'beka meselesi' tam da bu. Ancak bu ciddi mesele siyasetçiler tarafından bazen karikatür haline getiriliyor ('rap şarkısı çalalım gençler bize oy versin'). Yunanistan'ın nüfusundan daha büyük olan bu kitleyi seferber etmek için ideolojik değil evrensel kabiliyetler odaklı eğitim (PISA testinde dünyada 40.'yız, Avrupa'da İngilizcesi en kötü ülkeyiz), büyüyen ekonomi ve geniş özgürlükler gerekiyor.
Ülkemizde iki temel transformasyon imkanı var: ekonomik atılım ve teknolojik sıçrama. Zaten orta gelir tuzağından kalıcı olarak çıkabilmek için her ikisini aynı anda başarmaya mecburuz.
Türkiye'nin kişi başına dolar cinsinden milli gelirinin 2006 seviyesine gerilemesi, özel sektör istihdamının 2014-2020 arasında (salgından bile önce!) net bazda hiç artmaması, kamu borcunun 2018-2021 arasında ikiye katlanması, dünyanın en yüksek faiz oranlarından birini (Kongo seviyesinde) ödemek zorunda kalması, para biriminin beş yılda değerinin üçte ikisini yitirmesi… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Vatandaşlar ciddi bir ekonomik atılım bekliyor. Güven, kurumlar ve kurallar üzerine inşa edilecek bu hamlenin kalıcı olabilmesi ve toplumsal meseleleri çözebilmesi, ancak yatırım-üretim-ihracat ekseninde ilerlemesiyle mümkün.
Ekonomide niteliği ölçme yollarından biri kilogram başına ihracat değeri. Ülkemizde 1.1 dolar olan bu rakam Japonya ve Almanya'da 4 dolara yakın, ABD ve Kore'de 2.5 dolar, Polonya ve Çin'de 1.5 doların üzerinde. Bunu değiştirmek için Türkiye'nin acilen kamu (şeffaflığın artması, altyapının iyileştirilmesi), mevcut sektörler (endüstri 4.0, uzaktan eğitim, fintek, tele-sağlık), yepyeni alanlar (blok zincir, yapay zeka, büyük veri) ve girişimcilik (start-up'lara özel statü, Silikon Vadisi'ne büyükelçi) eksenlerini içeren kapsamlı bir dijital dönüşüm ve teknoloji seferberliğine ihtiyacı var. Dünyanın geldiği nokta itibariyle, gelişmiş ülkeleri takip ederek yakalamayı değil, belli alanlarda iddialı yatırımlar yaparak sıçramayı hedeflemek daha gerçekçi bir vizyon olarak beliriyor. Sanayi devrimini ıskalamanın bedelini imparatorluğu kaybederek, büyük acılar yaşayarak ödedik; bu hatayı tekrarlama lüksümüz yok.
Türkiye bu adımları geçmişte başarıyla attı. Cumhuriyet'in kuruluşundan kadınların seçme-seçilme hakkını tanıyan ilk ülkelerden biri olmaya; çok partili hayata kansız-kavgasız geçişten 1980'lerin 'çağ atlama' dönüşümüne; 2001 ve 2008 krizlerinden çıkıştan AB ile müzakerelere başlamaya kadar çok çeşitli örnekler var. Bugün de restorasyon, entegrasyon, mobilizasyon ve transformasyon adımlarını içeren kapsamlı bir reformu başarabiliriz. Toplumsal enerjiyi stratejik bir bakış açısıyla harekete geçirebilirsek, her gün yeni bir krizle boğuştuğumuz 'köstebek oyunu'nu başarıyla tamamlayıp önümüze bakabiliriz.
[1] https://t24.com.tr/haber/yeni-kamusallik,929397
[2] https://t24.com.tr/haber/yeni-siyaset-ne-demek,935614
* DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı / Dijital Dönüşüm ve Teknoloji Politikaları Başkanı
© Tüm hakları saklıdır.