Gündem

Eren Keskin kimdir?

Özgür Gündem'in eski genel yayın yönetmeni Avukat Eren keskin tutuklandı

25 Ağustos 2016 18:45

Özgür Gündem gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Eren Keskin, Türkiye'de faaliyet gösteren Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu'nun kurucusu, İnsan Hakları Derneği'nin başkan yardımcısı ve eski İstanbul şubesi başkanı olan avukattır.

Keskin, bianet’ten Elif Akgül’e 2013’te verdiği söyleşide kendini mesleğe başlangıcını “Denizlerin idamıyla avukat olmaya karar verdim” sözleriyle anlatmıştı. 

Keskin’in 30 Kasım 2013’te bianet’te yayımlanan söyleşisi şöyle:

Biz hep avukat Eren Keskin’i tanıdık. Ama çocuk olan Eren Keskin nasıldı, nasıl bugünkü kişi haline geldiniz?

Eğitimli bir ailede büyüdüm. Dedem hukukçuydu, annemin babası mimardı  ve anneannem döneminin ilk okuyan kadınlarından kimya mühendisiydi. Ve çok politik biriydi.

Hep politikayla ilgiliydi bizim ailemiz. Genel olarak sol eğilimli insanlardı. Aktif siyasetin içinde kimse yoktu ama ben mesela avukat olmaya Denizlerin (Gezmiş) idamında karar vermiştim.

Sekiz ya da dokuz yaşlarındaydım o zamanlar. Babamın görevi nedeniyle Bursa’daydık. İlkokula orada başladım. O zaman Denizlerin kaçışı konuşuluyordu.  Bir gün annem kız kardeşimle beni evde yalnız bırakarak dışarı çıkacaktı. Gitmeden de tembihledi:

“Kapıyı kim olduğunu sormadan kimselere açmayın. Eğer ağabeyler (Deniz Gezmiş ve arkadaşları) gelirse içeri alın ve kimseye söylemeyin.”

Biz de dua ederdik “N’olur ağabeyler gelsin, biz de saklayalım” diye.

Denizlere yapılan haksızlık beni etkilemişti bu yüzden avukat olmaya karar vermiştim. Hatta arkadaşlarım bana okulda “Avukat hanım” diye hitap ederdi.

Daha sonra tiyatroya ilgim arttı. Devlet Tiyatrosu sınavlarına hazırlandım. Annemler son anda caydı. Lise 2’deyken Devlet Türk Sanat Müziği Konservatuarı'nı kazandım. Liseyle beraber oraya gidiyordum. O zaman tabii solcuyuz. Konservatuarı “Bunlar çok burjuva” diye kızıp bırakmıştım. Hala pişmanım.

İlkokul ve lisede çok başarılı bir öğrenciydim. Bir şiir okunacaksa  ben okurdum. Okulda milli güvenlik dersine bir albay giriyordu. O zamanlar milli güvenlik seçmeli dersti. Bütün okulda bir tek ben o dersi seçmemiştim.  Hoca derse girince ben çıkardım.  Belli ki o zaman da anti-militarist bir yanım varmış.

 

"Biz Kürt'üz, bunu sakın unutma”

 

Peki siyasete nasıl başladınız?

Kürt olduğumuzu 13 yaşında öğrendim.

Daha önce ailemizde böyle bir durum konuşulmamıştı.  Baba tarafım Kürt ama sonuçta dedem valiydi. Kürtlüğü sadece mitinglerdeki sloganlardan biliyoruz. Bir gün denizdeydik. Babamın halasının oğluyla denizde yürümeye başladık. Bayağı da sığ bir suydu. Biraz ilerledikten sonra, etrafta kimse yokken bana dedi ki :

"Biz Kürt’üz. Bunu sakın unutma.”

Ben o zaman şaşırmıştım, ancak zaman içinde anladım. Sonra bu mesele benim ilgimi çok çekti.

İbrahim Kaypakkaya’yı çok severdim. Sonra Halkın Birliği’nde örgütlendim. Bizim okul faşist işgal altındaydı. Tabi ilk sene bizi tanımadıklarından okula gidebiliyorduk.

Hatırlıyorum, İstanbul Hukuk Fakültesi’nin büyük amfisinin ortasında ve sağında otururdu herkes. Ben tabii bilmiyorum. Gittim, sola oturdum. Hemen arkadaşlar uyardılar ama yerimi değiştirmedim. Sonra bir erkek arkadaş da katıldı. Ama birkaç hafta sonra bacağıma silah dayadıklarında oturamadım.

 

Burjuva makyajı

 

Eren Keskin’i biz hep bakımlı saç ve makyajıyla tanıdık. Ama dönemin sol hareketinin makyaja bakışı pek de olumlu değildi. Siz nasıl böyle var olabildiniz?

Bir gün derneğe gidiyoruz. Evden çıkarken, annem yüzüm çok renksiz diye allık sürmek istedi. Tabi o zamanlar, şu anki halimin tam tersi, hiç makyaj yapmıyorum.

Derneğe gittik. Bizden bir iki yaş büyük bir liderimiz var. Beni içerideki odaya çağırdı. “Eren sen makyaj mı yaptın” diye sordular. “Yoo, solgun görünüyormuşum, annem allık sürdü” dedim. Sonra beni çok sert eleştirdiler. Yok burjuva alışkanlığıymış, vay bunu sonu nereye varırmış, falan. Sonra ben de tavır alıp makyaj yapmaya başladım.

Bu tutumun benzerini farklı çevreler de dile getirdi değil mi? Sizce neden makyajınız bu kadar mesele oldu?

Mesela, Cumartesi Anneleri/İnsanları eylemlerinde gazeteler benim fotoğrafımı yayımlayıp ‘Sen neyini kaybettin”, “Sana mı kaldı kızım, sen git manken ol, senin Kürtçeyle ilişkin ne‘’  gibi haberler yapıyorlardı. 

Kadınları siyaseti sokmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir şekilde erkek egemen bakış ile çok ilişkisi var bunun. Kadınların siyasete katılımı hep engellendi. Kemalizm’in yarattığı kadın, siyasete pek bulaşmayan, kocasının bir adım arkasında yürüyen, modern görünümlü... Fakat bu kadar. Muhafazakar kesimde ise kadının söz hakkı yok. İki ideoloji ne kadar düşman görünse de kadına bakışları benziyor.

Ama ben şuna çok inanıyorum: Egemenine çok benziyorsun. Bundan kurtulmaya çalışanlar zaten gerçekten devrimci oluyorlar.

Ben cezaevine girdiğimde, çok hayal kırıklığı yaşamıştım. İçeride anladım ki dışarıdaki kadın-erkek rolleri ile içerideki kadın-erkek rolü farklı değil. Yine erkekler yönetiyor, yine erkekler önde. Çıktıktan sonra altı ay kendime gelemedim.

Toplumsal cinsiyet meselesine girmişken, siz aynı zamanda gözaltında cinsel şiddetle ilgili de çalışıyorsunuz. Bu nasıl başladı?

Benim kırılma noktam, bir insanın cinsel işkenceye uğradığını anlamaktı. Mezun olduktan sonra siyasi davalara bakmaya başlamıştım. İşkenceden bahsedilir ama ayrıntıya girilmezdi. Biz kendi aramızda konuşurduk ama kimse ”Ben tacize ya da tecavüze uğradım” demezdi.

1995’te yazdığım bir yazıda Kürdistan kavramını kullandığım içim 2,5 yıl ceza alıp altı ay cezaevinde yattım. Bayrampaşa Cezaevi’nde kendi müvekkillerimle kaldım. O zaman müvekkillerimle daha eşit bir ilişki kurduk, bir duvar yıkıldı ki anlatmaya başladılar. O dönem, istisnasız her kadın gözaltında tacize maruz kalmış. Bir kısmının da tecavüze uğradığını öğrendim.

Herkes anlatmıyordu tabi. Ama benimle tek tek konuşmak istiyorlardı. Herkes aynı şeyi söylüyordu “Utandım, korktum, kendimi kirlenmiş hissettim..” Ve ben orada “Neden bu suç cezasız kalıyor” diye düşündüm.

Cezaevinden çıktıktan sonra Heidi Wedel ile Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nu kurduk. Teker teker tüm cezaevlerini gezerek temsilcilerle görüştük. Orada anladım ki devlet erkek egemen ama siyasi örgütler de öyle. Bu durumu “işkence işkencedir, taciz ne demek” diyen, burjuva bulan çok oldu. Kadına ulaşmak için gidiyorsun ama temsilciyi aşamıyorsun. O dönem Med TV çalışmamızla ilgili bir haber yapınca çok sayıda Kürt kadın başvurdu. Bugüne kadar da bize 387 kadın başvurdu, ama biliyoruz ki gerçek sayı bambaşka.

Sadece bu sayı bile çok fazla. Genelde bir iki haber yaptığımızda bile bundan etkileniyoruz ama sizin insan hakları savunuculuğunda çok uzun bir tarihiniz var. Bu kadar insanın travması sizde nasıl etki bıraktı?

İnsan, insan hakları ya da kadın hakları konusunda severek çalışınca, borçlu hissedince bir yaşam biçimi haline getiriyor. Mesela Leman’la (Yurtsever) ağlayarak dilekçe yazdığımızı biliyorum. Ama dayanışmayla bunu aşıyoruz.

Avrupa’da bize psikolojik destek alıp almadığımızı soruyor, almadığımız için şaşırıyorlar çünkü oradaki savunucular mutlaka psikolojik destek alıyor. Ama belki de bu feodaliteyi ne kadar eleştirsek de, yarattığı birlikte iş yapma kültürüyle bizi koruyan bir yanı da var.

 

"Bakın biz haklıymışız"

 

Biraz da İnsan Hakları Derneği (İHD) dönemini konuşmak istiyorum. Özellikle bu dönemde çok defa saldırıya uğradınız, tehdit aldınız ki IFEX bu sebeple bir kampanya başlattı.

1989’da İnsan Hakları Derneği’nde çalışmaya başladım. Bir dönem hepimiz için korku filmi gibiydi. Şimdi IFEX benimle dayanışma içine girmek isteyince ben de şaşırmıştım. “Neden ne oldu ki? Bir şey yok şu anda” dedim.

Biz o kadar zor süreçler gördük ki. Her sabah aynı ses telefonda “Bugün öleceksin” derdi. Aynı ses Akın Birdal’ı da arardı. Biz hep dalga geçerdik, mizahla başa çıkardık.

1994’te ve 2001’de silahlı saldırıya uğradım. Çok defa tehdit mektubu aldım.

Her gün birinin ölüm haberini alıyorduk. Arkadaşlarımızın otopsilerine giriyorduk. O kadar ağır şeyler yaşadık ki. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Şırnak olaylarında Türkiye’yi mahkum etti. Biz bombalamanın ertesi günü Şırnak’taydık. Oradaki bulguları, raporları tüm dünyayla paylaşmaya çalıştık ama Türkiye’den bir iki gazete yazdı.

Örneğin ben sırf Kürdistan dediğim için altı ay hapis yattım. Bugün başbakan bile Kürdistan kelimesini kullanıyor.

Bugün herkese şunu söyleyebiliyoruz. Bakın biz haklıymışız. Bu insana onur veriyor. Biz bunları ölüme göz alarak yaptık. Özellikle 1990’larını sonunda Abdullah Öcalan Türkiye’ye getirildiğinde biz 16 kişi Öcalan’ın ilk avukatlarıydık.

Avukatlığımızı açıkladığımızda yaşadığımız baskılar anlatmak mümkün değil.  Altı ay eve gidemedik. Açıklamayı yaptığımız gün eve gittiğimde apartmana kocaman “Ne mutlu Türk’üm diyene” diye yazmış ve bayrak asmışlardı. Bize resmen “Artık buraya giremezsiniz” deniyordu. Sokaklarda saldırıya uğradık.

Hatırlıyorum, bir gün Üsküdar’a geçmek için motora binmiştim. Ama insanların ellerindeki gazetelerin hepsinde “Apo’nun dişi kuşu” diye fotoğraflarım var. Bazıları tanıyor. Öyle bir kıstırılmış hissi ki... Denizin ortasındasınız, kaçamazsınız, isteseler sizi denize bile atarlar. Hiçbir şey de yapamazsın. Çok acayip günler yaşadık gerçekten. Ama bugün bir rahatlama ortamı olduysa da bu ödenen bedeller sayesinde. Bir dolu insan bunlar için yaşamını yitirdi. Hepimizin onlara borçlu olduğunu düşünüyorum.

Öcalan Türkiye’ye getirildiğinde 14 yaşındaydım. Batıda doğmuş birisi olarak ben “Bu kişiyi kim savunabilir ki” diye sorduğumu hatırlıyorum. Devlet aygıtları bir yana toplumdan yana bir baskı görmediniz mi?

Kürdistan’daki arkadaşlarımız daha rahattı. Tabii orada baskı çok yoğundu ama bir taraftan da toplumdan saygı görüyorlardı. Ama burada, akrabalarım bana tavır aldılar. Komşularının bazıları anneme tavır aldı. Korkunç bir şekilde yalnızlaştırılıyorsunuz.

Kaldı ki İnsan Hakları Derneği'nde (İHD) bile çok eleştirildik. Ben mesela hiç İmralı’ya gitmedim. Öcalan’ın ilk avukatlarıydık ama biz o dönem Osman Baydemir’le İHD genel başkan yardımcılarıydık. İHD’yi zor durumda bıraktık diye hakkımızda imza kampanyaları başlatanlar oldu. Ama şimdi herkes o dönem desteklediğini söylüyor.

İmralı’ya gitmedim ama hep “Apo’nun avukatı” diye yazıldım. Bir çocuğa işkence davası bile olsa “Apo’nun avukatı” diye yazıyorlardı. Uzun süre bu yüzden basında sansürlendim.

 

"Türkiye soykırım ve zulümlerle yüzleşecek"

 

Ama bugün çok başka bir gerçeklik içinde yaşıyoruz. Barış Süreci var, sizin de dediğiniz gibi Başbakan “Kürdistan” diyor. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz, bundan sonra ne olacak?

Türkiye’de var olan Kürt değil, Kürdistan sorunudur. Bu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Dört parçaya ayrılmış bir coğrafyadan bahsediyoruz. Zorla bölünüp paylaşılmış bir coğrafya.

Kürdistan’da olup biten topraklar ve insanlar kendilerine yapılan haksızlıkların ödenmesini istiyor ve artık bunu kimse engelleyemez bence.

Tabii ki başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere bir takım emperyal güçlerin kararları son derece etkili. Bugün ABD Ortadoğu’da Kürtleri düşman olarak görmek istemiyor. Ve sömürgecilerin de bunun dışında bir şey yapma ihtimalleri yok.

Ne kadar zorlamaya kalkarlarsa, ne kadar karşı çıkarlarsa Kürdistan o kadar yaklaşıyor diye düşünüyorum.

Bugün Suriye’de Rojava diye bir durum var. Bugün Suriyeli Kürtler Kürdistan devriminin öncüsü durumuna geldiler.

Benim Türkiye Cumhuriyeti’nden hiçbir beklentim yok. Yapmak zorundalar ve yapacaklar.  Bir kere bir genel af çıkartmak zorundalar bunu yapacaklar. Terörle Mücadele Kanunu’nu değiştirmek zorundalar, değiştirecekler.

Türkiye Ermeni Soykırımı ile yüzleşecek. Türkiye Cumhuriyeti bir soykırım üzerine kurulmuş. O nedenle Türkiye demokratik adımlar atmak zorunda. Bunu yapmamak için direniyor ama bu direnç çok uzun sürmeyecek.

Türkiye Cumhuriyeti demokratikleşmek istiyorsa Ermeni Soykırımı’nı kabul edecek, özrünü dileyecek, tazminini gerçekleştirecek. Sonra Kürtlerden ve haksızlık yaptığı her kesimden özür dileyecek.

Şimdi bunlar gerçekleşmez gibi geliyor ama on yıl önce neredeydik, bugün neredeyiz? 10 yıl sonra Türkiye devleti bunları yapmak zorunda kalacak. Biz görmesek de yapacak.

Son olarak futbol aşkınıza değinmek istiyorum. Hangi takımı tutuyorsunuz?

Çocukluğumdan beri futbolu çok severim. Ben dahil, tüm ailem Galatasaray’lı. Mesela annemin evinde hala Lig TV var, bütün maçları izler. 

Ben futbolun korkunç bir matematiği olduğunu düşünüyorum. Futbolun şu ana kadar kullanıldığı şeklin dışında kullanılırsa, barışa hizmet edebileceğine de çok inanıyorum. Çünkü herkes futbolu seviyor. 

Mesela maçlar İstiklal Marşı’yla başlıyor. Milliyetçilik üretiliyor tüm futbol maçlarında. Ama tam tersi yapılabilir. Yani kardeşlik üzerine mesajlar, kadın yönelik şiddet üzerine, ırkçılık karşıtlığı üzerine mesajlar verilebilir. Avrupa’da bunlar yapılıyor. 

Diziler de böyle. Şimdi kimse “Ben dizi izliyorum” demiyor ama biz izlemesek de toplum izliyor. Mesela geçen sene Kayıp Şehir ile ilk defa toplum trans bireylerin de “normal”, senin benim gibi kişiler olduklarını öğrendi. Babam bile mesela, “Bu kalp seni unutur mu?” dizisinden sonra Diyarbakır Cezaevi’yle ilgili “Gerçekten böyle şeyler mi oldu” dedi. 

Biz yıllarca Diyarbakır Cezaevi’ni anlatmaya çalıştık. Ama o dizi bizden çok daha fazla anlattı. O nedenle yüksek siyaset yapanların küçük gördüğü bazı alanların aslında hayatımızda çok önemli olabileceğine inanıyorum.