07 Temmuz 2015

Bir istihbaratçı, anılar ve Mustafa Suphi…

'II. Dünya Savaşı’nı Hitler başlattı, ancak bunun sorumluluğunu Hitler’e meydan veren Sovyet, İngiliz ve Fransız hükümetleri de paylaşıyor'

Yirminci yüzyılın başlarında dünyaya yeni bir ışık doğduğunda, kent ve kasabalardaki kölelerin de yüzü gülmeye başlamıştı. Bu ışık, 1917 Bolşevik devrimiydi. Artık tüm ezilenler kapitalizmin yarattığı yeni kölelik biçimlerini büyük bir güvenle reddedip; özgür, eşitlikçi bir dünyayı kurabilirlerdi. “Dünyanın tüm işçilerinin birleşerek” kapitalizmi yerle bir etmeleri, tüm sömürü biçimlerini ortadan kaldırmaları, adaleti baş köşeye oturtarak, adil bir yaşamı örmeleri artık mümkündü. 1917’de, Rusya’da insanlık bunu başarmış, çarlık rejiminin ardından kurulan (1905) Kerenski hükümetiyle birlikte sistemi yerle bir etmişti.

Böylelikle, dünyanın ibresinin yönü değişmiş, Batı kapitalizmini de büyük bir telaş sarmıştı. Ancak, aradan yıllar geçtikçe, Sovyetler’den esen rüzgar(lar) kötü fısıltıları da etrafa yaymaya başladı. Fısıltıların başlangıç noktasını ise, büyük sosyalist devrimin mimarı Lenin’in (1924) ölümünün ardından başlayan süreç hızlandırmıştı.

Peki, bu fısıltılar gerçeği de yansıtıyor olabilir miydi? Ne kadarı doğruydu? Doğruysa, ne kadarı iktidarın tepe noktasında duran (Stalin) kişinin karakter yapısından kaynaklanıyordu? Peki, bir kişi olağanüstü zekaların ve gücün yarattığı devasa bir sisteme gölge düşürmeyi nasıl başarıyordu? Soruları uzatmak mümkün. Söz konusu durumla ilgili yapılan binlerce saptama ve analiz, taa içerde neler olup bittiğiyle ilgili merakımızı hep kamçıladı.

 

İktidar aygıtları birbirlerine benzer

 

İşte o çok içeride nelerin döndüğünü belki de en iyi Sudoplatov anlatıyor. Pavel Sudaplatov’un anlattıkları, -hangi sistem olursa olsun- şeffaf olmayan, aşağıdan yukarıya karar mekanizmalarını kuramayan, tek kişiye, liderlik kültüne dayanan yapıların çökmekle kalmayıp ardında da büyük hayal kırıklıkları ve umutsuzluğu miras bıraktığını bir kez daha kanıtlıyor.

Sovyet İstihbarat Şefi Pavel Sudaplatov’un, "Özel Görevler"nadıyla yayımlanan otobiyografisi, 1917’den itibaren Sovyetler’de yaşanan sürecin tanıklığını yapıyor. Sudaplatov’un anıları aynı zamanda, şimdiye değin Sovyet sistemiyle kulaklarımızın dibinde patlatılan söylentileri de –birinci ağızdan- doğru yere oturması açısından önemli. O taraftan doğru yaşadığımız ülkeye eserek gelen rüzgârlar sonucu gelişen olaylar (belki) bizi daha çok ilgilendiriyor. Zira yanıtını netleştirmek istediğimiz çok soru bulunuyor. Bunlardan biri de Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Türkiye’de katledilmesinin ardından, Sovyetlerin niye hesap sormadığı (?) Tabii, bu konu Sudaplatov’un anılarında geçmiyor ama dile getirdiği olaylar ve yaşanmışlıklar bu hesabın niye sorulmadığını açıklar nitelikte.

Zira Suphi ve arkadaşlarının katledilmesi (1920), Stalin’in de -bir hayli- yönetiminin problematikleştiği zamanlara denk düşüyor. Stalin’in yönetiminde Türkiye dahil, Batı’da konuşlandırılan istihbarat ajanları, güvenlik konusuna yapılan aşırı yatırım ve bunun uzantısı özel görevliler ve bu görevlilerin ait olduğu kurumlar… bir devletin ayakta kalması için araçları amaçlaştırdığı yönünde keskin duyumlar sunuyor. Tam da burada söz konusu yönetim aygıtının kimleri temsil ettiği önemini yitiriyor. Yani tam da burada, tüm iktidar aygıtları birbirlerine benziyor.

 

Sudaplatov anlatıyor…

 

Büyük ekim devrimine imza atan önemli kişiliklerin suçlanarak tek tek infaz edilmesi ya da uzun yıllar hapishanelerde tutulması da, aynı iktidar anlayışının bir uzantısı niteliğinde. Kapitalizme alternatif bir sisteme karşı bütün dünyanın teyakkuza geçmesi, elbette ki “düşmanlara karşı tetikte olmayı gerektiriyor. Ama öyle gözüküyor ki, kullanılan yol ve yöntemler -“düşmanlar”ın bile başaramayacağı- çürümeyi hızlandırıyor. Olayların birinci tanığının da ifade ettiği gibi, üstün nitelikli birçok Sovyet subayı infaz edilip tutuklanırken; O, olan biteni büyük görev aşkı ve inancıyla göremiyor.

Sudaplatov anlatıyor; “Mayıs 1937’de, sekiz üst düzey Sovyet generali vatana ihanet, casusluk ve askeri darbeyle hükümeti devirme suçlamasıyla tutuklandılar ve iki hafta sonra yapılan kapalı bir askeri duruşmanın ardından infaz edildiler. Stalin’in ordu içinde başlattığı bu tasfiyeler otuz beş bin kişiye kadar ulaşmıştı. Hitler’in saldırılarını bu subayların liderlik deneyimlerinden yoksun karşılamak zorundaydık. Mareşal Mihail Nikolayeviç Tukaçevski, bu sekiz general içinde en rütbeli isimdi. 1925’den 1928’e kadar Kızıl Ordu’nun Başkomutanlığını yapmıştı. Öldüğünde ordu ve donanma komiser yardımcısıydı ve Devrimci Askeri Şura’nın başkanlığını yürütüyordu…”

Troçki’nin ortadan kaldırılması için oluşturulan ekibin başında olan, daha doğrusu bu göreve getirilen Sudaplatov, sıranın bir gün kendisine de geleceğini belki de hissediyor. Ama hisler, köşeleri keskinleştirilmiş somut durumlar karşısında yetersiz kalıyor. Diğer bir taraftan da dünya, savaşa doğru hızla yuvarlanıyor. Dış tehlikenin alabildiğine kapıya dayandığı bir durumda, içerdeki olayların iç yüzünün lafı bile edilmiyor. Zaten Sudaplatov’un anıları da, dışarıdan gelen tehditkârlığın, yaşananların sorgulanmamasında büyük rol oynadığını gösteriyor.

 

Moskova önlerinde yıkılan Naziler

 

Hitler Moskova kapılarına gelip dayanmadan önce ise, Sovyetler bir hata daha yapıyor. Şöyle diyor Sudaplatov; “II. Dünya Savaşı’nı Hitler başlattı, ancak bunun sorumluluğunu Hitler’e meydan veren Sovyet, İngiliz ve Fransız hükümetleri de paylaşıyor. İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği arasındaki güvensizlik ortamı ortak bir mutabakatın oluşmasına imkan vermediği için Hitler’in Polonya’ya saldırması önlenemedi…”

Nazilerin Moskova’dan geri püskürtülmesi ise ayrı bir hikaye. Bildiğimiz destan türünden. Tabii gözleri yaşartıyor. Ama daha göz yaşartıcı olan başka bir şey var;  infaz edilmek için zindanlarda tutulan Bolşevik subayların, Sudaplatov’un önerisiyle tahliye edilerek, Nazi’lere karşı savaşta konuşlandırılması ve söz konusu subaylar sayesinde de elde edilen zafer. “Savaş patlak verdiğinde, nitelikli personele yönelik ciddi bir ihtiyaç doğmuştu. Eski istihbarat ve güvenlik subaylarından oluşan 140 kişilik grubun tahliye edilmesini önerdim. Bu talebim, Beria’nın kişiliğini ve insanların kaderiyle ne kadar kolay oynanabileceğini gözler önüne seriyordu. Beria bu insanların suçlu ya da masum olduklarını sorgulamamıştı bile; yalnızca, ‘bu isimlere ihtiyacımız olduğundan emin misin?’ demişti. ‘Kesinlikle eminim ‘ dedikten sonra Beria şu cevabı verdi; ‘O zaman tahliyelerin ayarlanması için Kubolov’la irtibata geç ve bu isimlerden vakit kaybetmeden yararlanmaya bak.”

Sudaplatov’un anıları, devlet ve iktidarların özünü daha iyi görebilmek açısından önemli. En azından Suphi ve arkadaşlarının katliamının ardından gerçekleşmeyen hesaplaşmaya dair de yorum yapma olanağı sunuyor. Başka zihinlerin de kafasını meşgul eden sorular vardır kim bilir (?) Ama satır araları birçok sorunun yanıtını fazlasıyla veriyor.

Özel Görevler

Sovyet istihbarat Şefinin Anıları

Anatoli Sudoplatör & Jerrold L. Schecter & Leona P. Schester

Çev: Emrah Arıcılar

Ayrıntı Yay. 2015. S, 559

Yazarın Diğer Yazıları

Edebiyat sosyetesi, baskıcı iktidar(lar) ve arzunun halleri…

Arzunun ta kendisinin kitap halindeki tasarımcılarıyla karşı karşıyayız. Ve onlar büyümüş bir kibirle nesnelerini piyasaya sürerken "iktidarsız öfke"leri körükleyip, celladıyla kurbanı arasındaki ilişki misali, çift taraflı ulaşılamazlık yanılsaması yaratıyorlar

Trajik kötülük varsa, Thomas Sankara da var!

İçimizden birkaç Thomas Sankara çıksaydı bütün bunları yaşar mıydık?

Gayya Kuyusu’ndaki Gregor Samsa…

Düşman olarak görülenlerin de hakları olduğunu unutmamakta yarar var; öyle ki, düşmanın bile olsa kara çalamazsın, iftira atamazsın!