26 Ekim 2015
[Geçen haftalarda Suriye İç Savaşı’nın arka planına hem iktisadi hem de politik perspektiflerden bakmaya çalışmıştım. Bu kez Suriye’de olan bitenin Türkiye için anlamına ve Ankara’nın neler yapması lazım geldiğine, neler yapabileceğine bakarak diziyi sonlanalım.]
Bu yazı dizisinin en başında Suriye İç Savaşı’nın patlak verme nedenleri üzerine söylediklerimizi kısaca hatırlayalım:
Şam yönetimi, 2009 yılında Katar’ın kuzeyindeki off-shore doğal gaz sahasından başlayıp Suudi Arabistan – Ürdün –Suriye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya doğalgaz sağlayacak bir boru hattı önerisini reddetti. 2011 yılında da tercihini İran’ın Güney Pars havzasından başlayacak olan ve Irak ile Suriye üzerinden Akdeniz’e, oradan da Avrupa’ya ulaşacak bir boruhattından yana yaptığını açıkladı. Bu, İran’ın Akdeniz’e ulaşması ve bölgedeki nüfuzunun artması demekti. Brezilyalı gazeteci Pepe Escobar’ın bir kitabında “Pipelineistan” (Boruhattistan) olarak adlandırdığı saha içinde zaten epeyce etkin bir konuma gelmekte olan İran birilerine göre “artık çok oluyordu.”
Ortadoğu’nun kuzeyinde bir Şii aksın başat konuma gelmesinin önüne geçmek gerekiyordu. Bunun için de önce hattın Suriye ayağının devrilmesi yerinde olacaktı. İş kağıt üzerinde çok zor da görünmüyordu. Zira Alevi bir devlet başkanın önderliğindeki Suriye’de nüfusun yüzde 73’ü Sünni idi. Suriye’nin onay verdiği boru hattı projesinden zarar görecek Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi Sünni ülkeler el ele verirse Irak’taki Sünnilerin de katılımıyla Suriye’de iktidarı “Müslüman Kardeşler” türevi bir yapı ele geçirebilirdi. Böylece, anti-Selefi aks kırılır, Akdeniz’e kimin hangi hat üzerinden ulaşabileceği konusunda Esas’ınkinden farklı bir tercih ortaya konabilirdi. Evet evet, Suriye ya parçalanmalı ya da ülkede derhal Selefi dostu bir rejim kurulmalıydı.
Bu İran’ın bölgede izole edilerek yalnızlaştırılmasına olduğu kadar Rusya’nın etkililiğinin azaltılmasına da yarayacaktı.
Suriye’de enerji sıkıntısı, kuraklık ve gıda fiyatlarındaki artış karşısında muhalefetin sokağa dökülmesi ABD’ye ve onun silahlandırarak desteklediği cihatçı gruplara aradığı fırsatı verdi. Tabii eğer Esad yönetimi Hama, Humus, İdlip, Dera ve Şam'ın banliyölerine dalga dalga yayılan muhalif gösterilere sertlikle karşılık vermeseydi, ülkede gerilim bu boyuta ulaşmayabilirdi. Ancak ok yaydan çıkmış, gösteriler Batılı ülkeler ve Körfez monarşilerinin de katkısıyla silahlı isyana dönüşmüştü.
Suriye bir anda onlarca ülkenin ve 7 bin civarında örgütün dahil olduğu epeyce kanlı bir iç savaşa sürüklendi. Sonra işin Libya’daki gibi hızlı bir şekilde çözülmeyeceği anlaşıldı. Gerçi tam da planlandığı gibi Katar boru hattı projesinin orta yerine Sünni bir örgüt/devlet (IŞİD) yerleşivermiş ve Şii aksı kırılmıştı. Bu hat IŞİD üzerinden kuzeye, Türkiye’ye yönelip oradan Akdeniz’e uzanabilirdi. Ancak ABD’den ziyade bölgedeki Sünni devletlerin manipülasyonuna açık bir görüntü veren ve elde ettiği petrol gelirlerinin de katkısıyla coşarak hesap dışı alanları da cihatçı emellerine dahil eden IŞİD fazla bağımsız davranıyor, ayrıca “kaka işleri” çok ortalık yerde yapıyordu.
Savaş artık kritik kuzeye yönelen IŞİD ile Kürtler ile arasında geçmeye başlamıştı. 2014 yılında IŞİD Irak Ordusu’nu yenilgiye uğratarak Felluce ve Ramadi’nin yanı sıra zengin petrol yataklarına sahip Musul’u da ele geçirdi. İngilizlerin Osmanlı’ya bile bırakmak istemediği için 1926’da Irak’ın hükümranlığına verdiği şehir uzun süredir Irak Federal Cumhuriyeti ile özerk Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında belirsiz bir statüye sahipti. Ancak şimdi IŞİD bir oldubitti ile şehri ele geçirmişti. Artık kontrolden çıkan IŞİD de “çok oluyordu.” Olaydan “derin bir endişe” duyan Batı kamuoyu hızla rejim karşıtı cihatçı güçlerin ve İŞİD’in aleyhine dönüverdi.
Batı IŞİD’i kendi çizgisine ve hizaya getiremeyeceğini fark edince desteğini 2003 yılında Kürtler tarafından Suriye’nin kuzeyinde kurulmuş Kürt kantonlarına ve PYD’ye vermeye başlamıştı. ABD’nin artık bölgede Barzani dışındaki başka bir Kürt otoritesini daha tanımak dışında bir çaresi kalmamıştı. Çaresiz durumdaki Kürtler belki ABD’nin çizgisine çekilebilirdi. PYD’nin askeri kolu olan YPG, ABD’nin yürüttüğü hava operasyonları desteğiyle IŞİD’in kuzeye ilerlemesini durdurdu. Tarihe Rojava Savaşı adıyla geçecek bir direniş sonucunda Kürtler üç kantondan ikisi olan Kobani ve Cizire arasındaki bağlantıyı yeniden tesis ettiler.
Bu arada Suriye ordusunun iç savaştaki direnci de azalıyordu. Sahne alma sırası artık küresel bir güç olan Rusya’daydı. ABD’nin oyun kurucu gücünü büyük ölçüde yitirdiğini fark eden Ruslar Kürtlerle yakınlaşma sırasının kendilerine geldiğini anlamıştı.
Ortadoğu’da Lübnan, Suriye, Irak gibi ülkelerin kurulmasına olanak tanıyan 16 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot anlaşmasının çizdiği haritanın yaklaşık 100 yıl sonra değişeceği güçlü bir ihtimal olarak beliriyordu. Geçmişte başrolü İngilizlerle Fransızlar oynamıştı. Bu kez tarih sahnesinde başrolde Amerikalılar ile Ruslar var. Tabii eğer Suriye ikiye, üçe bölünecekse, ya da gevşek konfederal bir yapıya geçecekse böyle bir anlaşmanın İngilizler, Almanlar ve Fransızların da rızası alınarak yapılacağını tahmin etmek güç değil. Ancak bugün bu denklemin en kritik ayaklarından birini Kürtler teşkil ediyor.
Ankara’da birileri savaşın başında bu krizi güneyimizdeki kantonlaşmış Kürtlerin kırdırılması ve Sünni bir hatla tahkim edilmesi yönünde bir fırsat olarak gömüştü. “Çözüm süreci” dedikleri oyalama taktiği bir süre daha devam ederse güneydoğumuz IŞİD ile çevrili hale gelecek ve Kürtlerin güney bağlantısı kopartılacaktı.
Ancak gelişmeler Ankara’da o birilerinin istediği gibi gitmedi ve Kürtler direnişleriyle IŞİD’in güney sınırımız boyunca yerleşmesine engel oldular. Ankara bu kez güneyindeki Halep gibi Sünni kentlerle ve oradaki cihatçı güçlerle bağlantısının kesilmesine engel olmak için “güvenli bölge/uçuşa yasak bölge” ısrarını artırdı. Bunun için de mültecileri gerekçe olarak gösteriyordu
Ancak Batılı ülkeler Ankara’nın “insani” niyetini pek inandırıcı bulmadıkları için “güvenli bölge” taleplerine olumsuz karşılık veriyorlardı. Ankara bu konudaki taleplerine meşruiyet kazandırmak için “bir anlık dalgınlığıyla” Avrupa kapılarına on binlerce mültecinin yığılmasına olanak tanıyınca durum ciddiyet kazandı. Fakat bu kez de “O çok istediğin güvenli bölge bizzat senin ülken olsun, mültecileri barındıracak altyapıyı kurman için de sana bir kaç milyar Avro verelim, sen gerisine karışma,” cevabını aldı.
Ankara “oyunun” dışında kalmıştı ve daha da kötüsü üçün beşin derdine düşmüş bir görüntü veriyordu.
Suriye İç Savaşı’nda buraya kadar “Çıkan Kısmın Özeti” budur. Yani Ankara’yı bu duruma “stratejik derinlik sarhoşluğuyla” yaptığı hatalı tercih ve politikaları sürüklemişti. Oysa durum hiç te böyle olmayabilirdi. Ancak buradan çıkış yok değildir.
Nasıl? Beraber görelim.
BİR: Türk dış politikası aslında bölgedeki denklemin karmaşıklaştığı bugünlerde bölge barışı ve bölge istikrarı adına şu ankiyle kıyaslanmayacak fevkalade önemli bir rol oynayabilirdi. Ancak bugün açabileceği o kapıyı Şam’da bir “Müslüman Kardeşler” iktidarı görme hevesi ve “Esed gitmeli” tutturukluğuyla dünden kapattı Ankara. Oysa bugün o kapıyı açık bulabilmek için İsrail’in bile Suriye krizinin en başında gördüğü riskleri görebilir, ülkesini ihtilafın dışında tutabilirdi. Ali Babacan, Başbakan Yardımcısı olduğu 2012 yılı Nisan ayında, “biz, herhangi bir silahlı çatışma ortamına karşıyız, dışarıdan müdahalelere, askeri müdahalelere karşıyız. Şiddetin durması halinde Suriye'nin iç dinamiklerinin gereken işleri yapacak kadar güçlü olduğuna inanıyoruz” demişti. Türkiye bu pozisyonda tutunamadı. Yedi bin farklı örgütün çarpıştığı söylenen Suriye’de iyi istihbaratı olan ve bütün baş aktörlerle görüşebilen bir ülke olarak kalabilmek bile bugün tek başına çok kıymetli bir değer olacaktı.
İKİ: Ayrıca Suriye ne Tora Bora’ydı, ne de Bingazi! Ancak “Libya’da NATO’nun ne işi var” diyen Ankara sonradan Fransa’nın orada üstlendiği öncü role ve bu rol sayesinde savaş akabinde ihaleleri kapma becerisine sonradan vahlanmıştı. Belli ki, epeyce oportünist bir yaklaşımla, Suriye’de proaktif ve hızlı davranırsa, bu kez bu rolü başkalarına kaptırmayacağını düşünmüştü. Ancak Libya’nın bugünkü hali ortadaydı. Ayrıca ne Ruslar ne de Fransızlar Libya’daki hatalarını tekrarlayacaktı. Bunu öngörebilirdi. Üstelik Rusya müttefiki Suriye’de askeri üsse sahipti.
ÜÇ: Ankara, Suriye krizi ilk patlak verdiğinde ilk iş olarak Kürt sorununu kendi topraklarında kalıcı bir çözüme oturtmalı ve bu amaçla müzakerelerde vites yükseltmeliydi. Bu ülkenin kurucu unsuru olan Kürtlerin akrabalarının katliamlara kurban gitmesi karşısında sessiz kalmak -hatta “oh olsuncu” bir yaklaşıma sarılmak- yerine onları kollamayı tercih edebilirdi. IŞİD Erbil kapılarına ilk dayandığında Kürtlerin imdadına yetişenin İran olduğu unutulmamalıydı.
DÖRT: Ayrıca işleyen sağlıklı bir demokrasinin bu tür ihtilaflarda çok önemli bir enstrüman ve cazibe merkezi olduğu unutulmamalıydı. İran bile o haliyle ihtilafa müdahil olduktan sonra Irak Kürdistanı içindeki kimi özerlik taleplerine destek verir olmuştu. Elbette ki temsili demokrasinin sağlam kurum ve yapılarına sahipseniz, bir model, bir cazibe merkezi olabilirdiniz. Ancak Ankara böyle bir model olabilme çabası göstermek yerine Kürtleri IŞİD ve diğer El-Kaide bağlantılı örgütlere havale etmeyi tercih etmişti. Çözüm masasında yan yana oturduğu Kürtlerin sınırın hemen öte yakasındaki akrabalarının defterinin acımasızca dürülmesine sesini çıkarmamıştı.
Peki aslında bu politikalar Ankara’da nasıl şekillendirilmişti? Bir zamanlar (Babacan’ın sözleriyle) “Suriye için bir muhalefet cephesi olması fikri, tamamen siyasi bir çaba şeklinde olmalı. Çünkü mevcut rejimin son döneme kadar güvenilir, ciddi bir alternatifi olmadı. Suriye'de Esed rejiminden sonra kimin yerini alacağının cevabı yoktur. Bu yüzden de kredibilitesi olan, meşru bir muhalefetin olması, rejime bir alternatif sunabilmesi açısından önemli.” diyen bir Ankara nasıl bugünkü pozisyonuna savrulmuştu? Hadi bu işin iktisadi ve toplumsal maliyetlerini tamamen göz ardı etmişti, peki sınırlarını kevgire çevirirken hiç bir ulusal güvenlik endişesi de hissetmemiş miydi?
Türkiye sınırlarını İran gibi IŞİD tehdidinden koruyabilen bir ülke olmayı neden istememişti? Birileri Suriye üzerinden Türkiye’ye bedellerini de göğüsleyerek bir radikal İslamcı devrim ithal etme hayali mi görmüştü? Yoksa Kürtlerin başının gerekirse IŞİD ile ezilmesine aktif destek vermek mi istenmişti? IŞİD militanlarının Diyarbakır’da, Suruç’ta hatta başkentin göbeğinde rahatça katliamlara girişebilmesinin arkasında, Ankara’nın “durun siz kardeşsiniz” yaklaşımını terk edip, silahlı Kürt unsurları ile IŞİD’e “bakın siz düşmansınız” deme çabası mı vardı? İstenen şey Kürtlerin TSK yerine IŞİD’le savaşmaya geçmesi miydi?
Bu soruların kesin cevaplarını belki ileriki yıllarda daha iyi anlama ve değerlendirme yapma imkânına kavuşacağımızı umuyoruz. Ama Rusların da gelişinden sonra minyatür ama karmaşık bir Dünya Savaşı görünümüne bürünen Suriye İç Savaşı bahsinde Ankara’nın bugünden itibaren neler yapabileceğini konuşmakta büyük fayda var:
BİR: Her ne şartla olursa olsun, Türkiye’nin şu aşamada birinci önceliği savaşın sona erdirilmesi olmalıdır. Katar’ın kuzeyindeki off-shore doğal gaz sahasından başlayıp Suudi Arabistan – Ürdün –Suriye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya doğalgaz sağlayacak boru hattı projesi artık tarihin çöp sepetindedir. Dolayısıyla Ankara kendisini yeni maceralara sürükleyecek hiç bir Suudi ya da Katar planının içinde yer almamalı, Halep’e “kem gözlerle bakmamalıdır.” Geçtiğimiz günlerde Katar Dışişleri Bakanı Halid El Atiyye, "Herhangi bir meydan okumadan korkmuyoruz. Suudi ve Türk kardeşlerimizle birlikte elimizden geleni yaparız. Suriye halkını rejimin gaddarlığından korumak için askeri bir müdahale gerekiyorsa, bunu yaparız" dedi. Ankara bu tip maceracı niyet ve arayışlarla mesafesini korumalıdır. Ancak ABD ve Almanya’nın –Rus jetlerine tehdit teşkil eden - Patriot füze savunma bataryalarını Türkiye’den alelacele söküp götürmesi boşuna değildir. Türkiye’nin bu mesafeyi koruyamama riski vardır!
İKİ: Türkiye bir an önce “Çözüm Süreci”ne geri dönmeli ve toplumsal barışına sahip çıkmalıdır. Rusya’nın da ABD’nin de IŞİD’e karşı en direngen grup olarak gördüğü ve kalıcı bir ilişki tesis etmek istediği PYD dün nasıl Kobani ve Cizre kantonlarını birleştirecek askeri zaferler kazanmış ise, Rakka’nın düşmesi akabinde Fırat’ın batısına geçerek 90 km uzunluğundaki Cerablus-Azez arasındaki bölgeyi de alabilecek ve bu şekilde hem Türkiye’nin güneyindeki üç Kürt kantonunu birleştirebilecek hem de Halep’in Kürt bölgesi Şeyh Maksud’a güvenli bir koridor açabilecektir. Bu da Kürtlerin Suriye Ordusu ile işbirliği yapmasının önündeki fiziki engelin kalkması anlamına gelecektir. Türkiye’nin artık hedefi, Kürtlerle “yurtta barış, dünyada barış” olmalıdır.
ÜÇ: Türkiye doğalgazının yüzde 64’ünü Rusya’dan alan bir ülke. Yani bu ülkeye bağımlı. Ama boyundan büyük işlere kalkışıp bir de Rusya’ya atarlanır gibi yapınca kısa sürede neler oldu, hemen hatırlayalım: Gazprom, önce Türk akımı projesinin tasarlanan kapasitesini yıllık 63 milyar metreküpten 32 milyar metreküpe indirdi. Yine Ruslar büyük ümitler beslediğimiz Türk Akımı projesini belirsizlik nedeniyle 1 yıl erteledi. Ayrıca Mavi Akım üzerinden 3 milyar metreküp ilave gaz isteğimiz reddedildi. Hem de yaklaşık iki yıl önce bu konuda mutabık kalınmış olmasına rağmen. Ankara şartları daha fazla zorlayıp bir de Hatay’ın konumunun ve tarihsel hak iddialarının tartışmaya açılmasına sebebiyet vermemeli, son yıllarda iyi ilişkiler de kurduğu Rusya ile (Batı’nın gazına gelmeden) mutlaka yakın ve barış odaklı çalışmanın yollarını bulmalıdır.
DÖRT: “Güvenli bölge” ısrarını Suriye’deki Kürt kantonlarının birleşmesine engel olma saikiyle sürdüren Ankara geleceğini Cerablus-Azez arasındaki bölge üzerine çektiği “kırmızı çizgiye” ipotek etmiş görünüyor. Bu miyopi de değil bizzat renk körlüğüdür. Bizzat o hattı kullanarak Gaziantep’e geçen selefi cihatçılar Türkiye’nin ulusal güvenliği için çok daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Yıllardır Türkiye’nin “Ortadoğu bataklığına sürüklenme” riskinden söz edilir. Ankara katliamı Türkiye’nin o bataklığın bizatihi kendisi haline gelme riskiyle karşı karşıya olduğunu göstermiştir. Afganistan’da yaşanan savaşta Pakistan’ın destek verdiği radikal İslamcı grupların, şiddeti Pakistan’a taşıyıp iç siyasetin bile bir unsuru haline gelişlerini unutmayalım. Kısacası barışçıl gösterilerde bile vatandaşlarının can güvenliğini sağlamaktan uzak düşmüş Ankara’nın bu renk körlüğünü “dünyası kararmadan” terk etmeye ihtiyacı vardır.
BEŞ: Güneyden ve batıdan Esad güçleri ile kuşatılan Halep’in ya da Rakka’nın düşmesiyle Türkiye muhtemelen yeni bir mülteci dalgasıyla karşı karşıya kalacak. Dolayısıyla Ankara “güvenli bölge” ısrarını samimi bir şekilde mültecilerin güvenliğini ve insani ihtiyaçlarını gözeten barışçıl emellerle yeniden kurgulamalıdır. Bu yöndeki çabalarına Avrupa ile ABD’den daha fazla destek talep etmenin meşru yollarını aramalıdır. Azez’de kurulmakta olan sığınmacı kamplarının kapasitesinin artırılması hedeflenmelidir. Vatanlarını terk etmek zorunda kalan insanların güvenliği ve insani ihtiyaçlarını gözetmeye odaklanmış ve yeni dramlara hazır bir Ankara Ortadoğu halklarının gelecek ufkunda politik olarak da daha fazla rol oynayabilecek saygın bir ülke olarak belirebilecektir.
ALTI: Bölgede sadece 32 uçakla varlık gösteren Rusya’nın bu sınırlı varlıkla kilidi hemen çözeceğini varsaymak ve panikle hareket etmek de hata olur. İç savaş koşullarının daha ne kadar devam edeceğini bilmiyoruz. Aslolan artık daha fazla hasar kaydetmemektir. Türkiye’nin bu nedenle birleşik, laik ve çoğulcu bir Suriye için hem Kürtlerle, hem İran ve Rusya ile hem de Batılı müttefikleri ile diyaloga girmekten kaçınmaması lazımdır. Ankara bir yandan da Suriye Demokratik Güçleri (SDF) ile temasa geçerek bölgenin bir an önce istikrara kavuşması için neler yapabileceğine bakmalıdır.
YEDİ: Ayrıca bilinmelidir ki, Esad orta ya da uzun vadede iktidardan gitse bile, Baas her durumda Suriye’de muktedir olmayı sürdürecektir. Devlet Başkanlığına Beşşar Esad’ın yerine gelebilecek Faruk El Şara Esad’dan çok daha deneyimli bir politikacıdır ve onda da Türkiye’nin kriz ve savaş sırasında ülkesine karşı takındığı tutumun “düşmanca” olduğu dışında bir bilgi bulunmayacaktır. Dolayısıyla Ankara önceliğini birilerine bedel ödetmeye değil, birleşik, laik ve çoğulcu bir Suriye’de farklı inanç gruplarının ve etnik toplulukların tamamının erkler ayrılığına dayalı demokratik hukuk devleti normları içinde temsiline vermelidir. Bunu mümkün kılan bir yapının sağlıklı bir şekilde işleyişini görmek için de elinden geleni yapmalıdır. E, bu konuda inandırıcı olabilmek için de o normları ve değerleri önce kendi topraklarında muzaffer kılma gayreti içinde olmasında büyük fayda vardır!
Bu yazı dizisine 1980-1988 arasındaki Irak-İran savaşını anımsatarak ve Ortadoğu’da o tarihten bu yana yaşanan her savaşın -aktörler ve coğrafya değişse bile- aslında onun bir tekrarı olduğunu hatırlatarak başlamıştım. Yine o savaşa dair bir-iki gözlemle sona erdireyim. Bazılarımızın hatırlayacağı gibi o savaş sırasında Ayetullah Humeyni Irak’taki Şii’leri kendi safına çekmek için de mücadele vermiş, binlerce kez belagat yüklü konuşmalar yapmıştı. Ancak bunda hiç bir zaman başarılı olamadı. Savaş 590 sayılı BM kararı ile son bulduğunda Humeyni, bu kararın kabulünü “zehir içmiş” olmaya bile benzetmişti. İronik görünebilir ama İran’ın Irak’taki Şiileri kendi safına kazanmasını Humeyni ya da cengaver bir İranlı komutan değil, 2003 yılında Bağdat’ı işgal eden ABD’nin Başkanı George W. Bush sağladı!
Bir diğer deyişle, Irak’ı bölgedeki en büyük düşmanı olarak gördüğü İran’ın kucağına ABD itti. Bugün Suudi Arabistan ve Katar’ın kucağında gibi görünen ve Ankara’nın dost bildiği Selefi cihatçıların yarın kim(ler)e hizmet edeceği belli değildir. Yani Ortadoğu’da hayat, siz bir şeyler planlarken planlamadıklarınızın başınıza açtıklarından ibaret olabiliyor. Ama tabii yıllık 1.3 trilyon dolar askeri/sanayi bütçesi olan, herkese satacak bolca silaha ve kontrollü istikrarsız uygulayabilecek (ABD gibi) güce sahip olan bir ülke iseniz, bu tip “tali” hasarları ve “iş kazalarını” topraklarınızdan binlerce mil uzakta belki tolere edebiliyorsunuz. Ama endüstriyel güç ve nüfuzunun düzeyine, eğitimli insangücünün seviyesine bakmadan kendisini dev aynasında gören “stratejik derinlik sarhoşluğuna” batmış bir ülke olmayı tercih ederseniz, ne burnunuzu sınırınızın dibinde pislikten kurtarabilir ne de aşağılanma ve yenilgilerin önünü alabilirsiniz.
Dolayısıyla, Ortadoğu’da anlamlı bir çabaya girişilecekse, bunun “insanlık” ve “kardeşlik” bahsinde bir medeniyet inşası olarak temellendirilmesinde sonsuz fayda var. Yoksa bütün o boyumuzu aşan “kurnaz” hesaplarımızla ve hatalı kırmızı çizgilerimizle Ortadoğu’dan başımızı kurtarmaya “ölü yıkayıcılığımız” bile kifayet etmez!
twitter: @akdoganozkan
Suriye’de 2011 Yılından Bu Yana Aslında Ne Oldu? -1
Suriye’de 2011 Yılından Bu Yana Aslında Ne Oldu? -2
Suriye’de 2011 Yılından Bu Yana Aslında Ne Oldu? -3
Etnik ve mezhepsel savaşlara karşı barışı ve dayatmacı siyasete karşı demokratik siyaset çerçevesinde ısrarlı bir zemini savunmak, bu ülkede yaşayan herkes için artık değerlendirilmesi gereken bir seçenek değil hayati bir mecburiyet
Netanyahu’nun Filistinlilere yönelik etnik temizliği hız kesme de, İran’a saldırı için zaman kollayan İsrail’in iki hafta içinde Başkanlık Seçimleri’ne gidecek olan ABD’nin desteğiyle yapabileceklerden ötürü ortada’ fırtına öncesi sessizlik’ var demek de mümkün
ABD’nin 11 Eylül akabinde başlattığı Orta Doğu’yu yeniden tanzim etme operasyonunu 7 Ekim sonrasında tamamlama gayreti içine giren İsrail “stratejik ortağı” ile el yükseltiyor. Soru: nereye kadar?
© Tüm hakları saklıdır.