06 Mart 2017

N’olurdu, fena mı olurdu?

Şu kadarcık bir medeniyet iddiamız olsaydı...

Uzmanlar Suriye Savaşı’nın miladı olarak  Arap Baharı’nı takip eden ilk protesto gösterilerinin yaşandığı 15 Mart 2011’i işaret etseler de, biz biliyoruz ki, Başkent Şam’da ilk huzursuzluklar 2011 Şubat’ında başlamıştı. Bu durumda Suriye Savaşı’nın altıncı yılını doldurduğunu söyleyebiliriz. Söz konusu zaman dilimi bizler için de epeyce sarsıntılı bir zaman dilimi oldu. Zira, Türkiye de o tarihten itibaren attığı/atmadığı adımlarla, aldığı/almadığı pozisyonlarla kademe kademe bu savaşın içine çekildi. Savaş yedinci yılına girerken artık şu soruyu sorabiliriz:

Türkiye’de egemen siyasi irade Suriye Savaşı başladıktan sonra, şu tanık olduğumuz iç ve dış politikasını sergilememiş olsaydı ne olurdu?

Sadece bir an için düşünelim, n’olurdu, “olaylar böyle gelişmeseydi?”

Başka türlü pozisyonlar alsaydık?

Mesela...

BİR: Türkiye Suriye sınırını savaşın en başından kapatsa, Selefi cihatçıların sınır geçişlerine set çekse, kimsenin Suriye’deki yangına odun taşımasına izin vermeseydi… Kendisini Suriye Savaşı’nın bir tarafı olarak konumlamak yerine en başından itibaren barıştan, çatışmaların sonlandırımasından ve Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana olduğunu gösterseydi…

Türkiye Suriye Savaşı’na sadece insani boyutuyla dahil olsa ve işin başında, daha ilk mülteci dalgasıyla karşılaştığında, sınırının hemen ötesine geçerek komşusunun topraklarında geçici mülteci kampları kurulmasını sağlasaydı... Gerekçelerini emperyal düşlerden azade kılsa, samimi ve ikna edici olsaydı... Savaşın soğuk yüzüyle ve katliamlarla bir günde karşı karşıya kalanlara, Hatay’ın dibi sayılan İştebrak köyündeki Alevilere, Keseb’teki Ermenilere, Kobani’deki Kürtlere, Şengal’deki Yezidilere, Telafer’deki Şii Türkmenlere de üzülebilseydi... Suriye sınırları içinde yaşayan tüm halklar nezdinde artan bir kredisi olsaydı...

Ve bölgede insani krizin derinleştiğini dünya aleme göstermek için çabalasa, BM Güvenlik Konseyi’nden Suriye içinde bir “güvenli bölge” ilan edilmesini öngören bir karar çıkarılması için çaba sarf etseydi… Türkiye’ye kaçan sığınmacıların Suriye içindeki bu bölgede koruma altına alınmalarını sağlayacak bir projeyi -tıpkı 1991’deki Körfez Savaşı sırasında olduğu gibi- iki ay içinde hayata geçirebilseydi...

İKİ: 7 Haziran 2015 seçimlerinde kazandığı 258 milletvekiline rağmen meclisteki çoğunluğunu kaybeden AKP, geçmiş siyasi teamüllere de uygun davranarak bir koalisyon hükümeti kurma yoluna gitseydi…

Cumhurbaşkanı erken seçim kararı almak yerine bir sonraki genel seçimlerin olağan bir şekilde 2019 Haziran’ında yapılacağını açıklasaydı ve hükümeti kurma görevini iktidar partisi liderine, o kuramazsa da ana muhalefet partisi liderine bu temelde verseydi…

Memlekette telafisi mümkün olmayacak derin ayrışmaların önünü açan gerginlik ve kutuplaşma siyasetinin önü iki büyük partinin ortak çabasıyla alınsa, nefret dili ve siyasetine dur denilseydi…

ÜÇ: Şanlıurfa'nın Ceylanpınar ilçesinde iki polisin 22 Temmuz 2015'te uykuda katledilmeleri olayının hangi karanlık odaklar tarafından gerçekleştirildiği idari, adli ve siyasi tahkikatlarla aydınlatılsaydı… Bu memlekette 30 yıl boyunca akmış kanı durduran “Çözüm Süreci”nin bitirilme gerekçesi olarak gösterilen Ceylanpınar Katliamı’nın çözüme kavuşturulmasında kilit önemi olan HTS kayıtlarının savcı talimatıyla yok edilmesinin önüne geçilseydi…

Bu konuda HDP tarafından verilen meclis araştırması önergesi AKP ve MHP milletvekilleri tarafından reddedilmeseydi… “Köprüleri yakıp” Kürt illerindeki kimi yerleşimleri yerle bir etmeden önce Türkiye’nin nasıl bir karanlığa mahkûm kılınma gayreti içinde olunduğu anlaşılmaya çalışılsaydı… Ceylanpınar olayını soruşturan savcının ve ihbarcıların 15 Temmuz sonrasında gözaltına alınmasının ne anlama geldiği üzerinde ciddi ciddi düşünülseydi…

DÖRT: Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde IŞİD üyesi canlı bombalar tarafından 20 Temmuz 2015’te gerçekleştirilen ve 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamda hata, kusur veya ihmali olan kamu görevlileri hızla saptansa ve sorumluluğu olanlar cezalandırılsaydı… Suruç’ta dönemin ilçe emniyet müdürünü olaydaki tek kusurlu kamu görevlisi gibi gösterip, 7 bin 500 TL para cezasına çarptırmakla, onu da 12 taksite bölmekle bu ülkenin suçla mücadelesinde etkin olunamayacağı bilinseydi… Böyle bir olayın bir daha yaşanmaması için gerekli tüm önlemler alınsaydı…

Ve cumhuriyet tarihimizin en ölümcül bombalı saldırısı olarak kayıtlara geçen 10 Ekim 2015 tarihli Ankara Garı katliamını yaşamasaydık.... 102 kişi ölmeseydi... Feryatlar teşhis için Adlı Tıp’a gidenlerle sınırlı kalmasaydı… Katliamları kolayca sineye çeken bir ülke görüntüsü vermeseydik…

Üç gün sonra Konya’da oynanan Türkiye –İzlanda futbol maçı öncesinde, katliamda hayatını kaybedenler için yapılan saygı duruşunu ıslıklama ve yuhalama gibi bir gaddarlığı kendimize layık görmeseydik... Türkiye katillerin değil adaletin kollandığı bir ülke olduğunu tereddütsüz sergileyebilse, önleyici istihbaratı ve güvenlik önlemleri üst düzeyde, son derece güvenli bir ülke izlenimi verebilseydi… Ne yurttaşımız geleceğinden endişelenmek için, ne de Batılı yatırımcı ve turist Türkiye’den elini ayağını çekmek için bir sebep görseydi…

BEŞ: 64. T.C. hükümetinin kurulduğu ilk gün, yani 24 Kasım 2015’te bir Rus uçağını 17 saniyelik bir sınır ihlali yaptı diye vurmasak ve kendi silahlı kuvvetlerimizi “oyundan düşürmek” anlamına da gelecek böyle bir saçmalığa kalkışmasaydık…

Ticaret hacmini 100 milyar dolara ulaştırmak için deli gibi uğraştığımız bu ülkeyle yılların seyri içinde itinayla geliştirdiğimiz ilişkileri aptalca bir hamleye kurban etmeseydik… Uğraşa didine belirli bir seviyeye getirdiğimiz Türk turizminin yüzde 60’lara varan bir kayba uğramasına yol açılmasa, ülke yılda 10 milyar dolara varan bir ticari kayıp yaşamasa, bir anda ekonomik durgunluğun pençesine düşmeseydi…

Böyle bir hamleyle aynı zamanda ABD’nin (ve de NATO ile Suudi Arabistan’ın) bölgedeki oyun planlarına ve insafına tâbi bir hale düşmesek, 65. hükümetin bir başka hamlesiyle de bu kez Rusya’nın oyun planlarına mahkum hale gelmeseydik…

Suriye siyasetinde sert U-dönüşleri yapmak zorunda kalmasaydık… Sahip çıktığımız ve her zaman sahip çıkacağımız değerlerimiz olsaydı... İki eksen arasında böylesine sert salınmak yerine dış politikamıza denge ve hareket kabiliyeti getirmeye çalışan bir “yumuşak güç” olmaya gayret etseydik... 15 Temmuz’da arkasında NATO parmağı olduğu iddia edilen bir darbe girişimiyle karşı karşıya kalma riskini de böylece baştan bertaraf etmeye çalışsaydık…

ALTI: 24 Ağustos 2016’da ne hedefi ne çıkış stratejisi belli olan bir askeri harekâta girişerek Suriye topraklarındaki savaşa doğrudan dahil olmayı seçmeseydik... Yarın öbür gün asıl sahiplerine bırakmamız gerekecek bir şehrin kapısında 70’i aşkın canımızı yitirmek durumunda kalmasaydık… Gencecik askerlerimizin diri diri yakılışını içimiz parçalanarak izlemek zorunda bırakılmasaydık...

YEDİ: Ahmet Şık ve Kadri Gürsel gibi Türkiye’nin en iyi gazetecilerinin de aralarında olduğu, hayatlarında hakikatin peşinde olmak dışında bir kaygıları olmamış gazetecileri “terör” gibi bir bağlantı kurma iddiasıyla evlerinden alıp, aylarca haklarında bir iddianame bile hazırlamadan içerde tutmasaydık… Katillere, tecavüzcülere bile ayda bir açık görüş hakkı tanınırken, bu tutuklu gazetecilere açık görüş olanağını iki ayda bir ile sınırlamaya kalkmasaydık… Adaletten şaşmasaydık.... Birilerine, “Türkiye’nin işini iyi ve namuslu bir biçimde yapmak dışında bir kaygısı olmayan kaliteli gazetecilere bile tahammülü yok” dedirtmeseydik…

N’olurdu? Sahi fena mı olurdu?

Ekonomimizin bu kadar sorunlu ve kırılgan hale gelmesine yol açacak, bizleri fakirleştirecek bir yola girmeseydik… Hukuk yerlerde sürünmese, adalet lime lime dökülmese ve totaliter bir yöneliş dışında hiçbir şeyle açıklanamayacak bir gidişatı tetiklemeseydik, n’olurdu?

Ülke bütün enerjisini barışa, eğitime ve büyümeye hasretseydi… Türkiye dünyanın şu griye kesmiş ufkunda, bölgesinin huzur ve istikrar adası olarak sivrilmek için çabalasa, “güvenle yatırım yapılabilir ülke” statüsünü sürdürseydi... PISA testlerinin de gösterdiği üzere performansı her yıl gerileyen ve OECD’nin yüzkarası haline gelen öğrencilerimizin matematikte, fende ve okuduğunu anlamada en yüksek notları alarak en başarılı öğrenciler haline gelmesi gibi bir iddiamız olsaydı… “Çoluk çocuğun pompalı tüfek almasıyla” değil, PISA’da en yüksek notları almasıyla iftihar eder bir konuma gelmek için çalışsaydık...

N’olurdu?

Şu kadarcık bir medeniyet iddiamız olsaydı...

N’olurdu? Fena mı olurdu?

twitter: @akdoganozkan

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Füze saldırılarının görünmeyen koridor boyutu

İsrail ile İran arasındaki karşılıklı füze saldırıları, ABD’nin Orta Doğu'da Çin'in artan nüfuzunu dengeleyecek bir ağırlık merkezinin sacayaklarının inşa sürecine de katkıda bulunuyor

Biri öldürmüş, biri gömmüş, biri de delilleri yok etmiş

Knesset semalarında İran füzeleri görüldü diye dikkatlerden kaçmasın, bayramın son günü İsrail ordusu Gazze’de 3 yüksek okul, bir ilkokul, bir hastane, bir düğün salonu ve bir de camiyi 1 saat içinde yok ederken, işbirlikçileri 1930’ları anımsatan icraatlara imza attı

Kadayıfın altı kızardı

70’lerdeki hükümetlerin ayakta kalmasında anahtar rol oynamış Necmettin Erbakan’ın oğlu, babasının izinden giderek ustalıklı bir stratejiyle “kadayıfın altını kızarttı.”  Sol yine seyrederken