Her şey “kart” tan ve “kırt” tan ibaret değildi kuşkusuz.
Öncesi de vardı bu hikâyenin, sonrası da.
Ülkenin kaderini değiştirecek olan ordu 12 Eylül 1980’de darbesini yapıp seçilmişleri alaşağı ettiğinde, yaptığı en önemli işlerden biri de, Kürtleri el çabukluğuyla Türk yapmak oluvermişti.
Onlar, aslında karda gezerlerken ayakları “kart, kırt, kurt” diye sesler çıkaran dağ Türklerinden başkası değildi. Devletin resmi ideolojisine bundan sonra böyle yazılacaktı…
Oysaki bu topraklarda Kürtlerin varlığını, daha 1925’lerde onlar için hazırlanan ıslahat planlarından biliyorduk. Şark Islahat Planı’nda Kürtlerin yaşadıkları iller isim isim sayılıyor, onların Kürtçe konuşmasını önleyecek tedbirler sıralanıyordu. Keza, nüfusça azalmalarını sağlayacak yerleştirme ve zorunlu iskân tedbirleri de unutulmuyordu.
Böylece, 21.yüzyıla ramak kalmışken Anadolu coğrafyasında Türkler olarak biraz daha çoğalıyor, halkın yüzde 91‘inin onayını almış darbe anayasasıyla birlikte “kart, kırt” sesleri arasında Kürtler iyice azalıyordu.
Islahat planları yeteri kadar ıslah etmemiş olacak ki onların adını sonraki yılların olaylarında da duymak mümkün olacaktı. Devlete büyük hizmetleri olmuş eski dışişleri bakanı, Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı ve Cumhurbaşkanı vekilliği de yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil’in ağzından bizzat dinleyecektik bunu:
1937 dönemin Malatya Emniyet Müdürlüğü'nü de yapmış olan Çağlayangil, Kemal Kılıçdaroğlu’yla yaptığı söyleşide Dersim’de mağaralara doldurulan Kürtlerin gaz verilerek fareler gibi nasıl zehirlendiklerini anlatıyor, onların yediden yetmişe kesildiğinden bahsediyordu.
Evet, Kürtler vardı. Vardı ve devlet zaman zaman onları öldürüyor, asıyor, kesiyordu.
Bunu nereden mi biliyorduk?
Örneğin, 2011 yılında bizzat dönemin başbakanı Erdoğan’ın ağzından dinleyerek öğreniyorduk bunların bir kısmını.
R.Tayyip Erdoğan belgeler gösteriyordu bize; 1938’de Dersim’de 13.000 Kürt’ün devlet tarafından katledilmiş olduğunu söylüyor, “eğer özür gerekiyorsa devlet adına özür” diliyordu.
Sıkıyönetim ve olağanüstü hallerden bir türlü başını kurtaramayan Kürtler, 12 Eylül 1980 darbesinin hışmından, sadece bir çırpıda Türk olmakla kurtulamıyordu.
Darbe rejimi, kendisine karşı koyanın, itiraz edenin, sesini çıkaranın tutuklandığı, hapse atıldığı, işkence edilip öldürüldüğü; “Asmayıp besleyecek miyiz?” diyerek, çocuk yaşta gençlerin yaşının büyütülerek idam edildiği katıksız bir faşizmin adıydı.
Türk’ün payına büyük acılar düşmüştü bu rejimden; aydının, yazarının, sanatçısının; öğrenicisi, öğretim üyesi, memuru, sendikacısının da…
Bir de Kürt’ün payına düşen vardı bu rejimden ki, kelimeler kifayetsiz kalıyordu bunları anlatmaya.
İstiklal Marşı'nı ezbere okuyamayanlara ölümüne dayakların atıldığı, makatlarına coplar sokulan insanların bağırsaklarının poşetlere doldurarak önlerine konulduğu, meşhur 'bambulu odalarında çırılçıplak soyularak üzerlerine kurt köpeklerinin salındığı; kum torbalarıyla yapılan işkencelerde insanların, tarifsiz acılar içinde kan işediği; darbecilerin kurbanlarını, ayaklarından zincirle bağlayıp bayılıncaya kadar askıda bıraktıkları, testis ve erkeklik organlarından kaldırarak tarttıkları ya da ip bağlayarak koşturdukları ve tüm bu yapılanları büyük bir zevkle seyrettikleri bir cezaevi de düşmüştü onların payına. Adı Diyarbakır Cezaevi’ydi…
Sonra doksanlı yıllara gelecektik.
“Kart, kırt, kurt” olmaktan kurtulan Kürtler yeniden çoğalacaklardı.
Çoğalacak ve bir kısmı siyaset yapmak üzere Ankara’da Meclis'in yolunu tutacaktı. Belki milletin vekilleri olarak mecliste dertlerini anlatacak, konuşma fırsatı bulacak, bir çıkış yolu arayacaklardı.
Yazık ki bu çaba da çok sürmedi.
Meclis'teki yemin töreninde Kürt vekillerden biri, iki halkın kardeşliği adına kuracağı cümleyi Türkçe’nin dışında ana dilinde de söylemekte ısrar edince büyük kıyamet kopmuştu.
Devlet, duvarlarında egemenlik kayıtsız şartsız milletindir yazan meclisinden, güpegündüz Kürtlerin vekillerini enselerinden tutarak kapı dışarı edecek, onları yıllar sürecek zindana hayatıyla tanıştıracaktı.
Bundan böyle devlete yeni bir strateji gerekiyordu. Nitekim, kendilerini devletin bekasından sorumlu tutanlar bulmakta da gecikmedi. Balığı yok etmek için denizi kurutma stratejisiydi bu. İşte bu denizi kurutma faaliyeti sırasında binlerce Kürt köyü yakılacak, yıkılacak ve boşaltılacaktı.
2009 yılında devletin TRT’sinin yaptığı Zorunlu Hayat belgeselinde bu olay ayrıntılarıyla anlatılacak, yedi yıl süren uygulamada 3 bine yakın köyün boşaltıldığı ifade edilecekti.
Devletin belgeselinin söylediği gibi 3 bine yakın köy boşaltılacak ve boşaltılan bu köylerin halkları başta Diyarbakır ve Şırnak olmak üzere, Cizre, Silopi, Nusaybin, Yüksekova gibi kentlere sığınacaktı.
Evet, Kürtler vardı bu ülkede. Ne olursa olsun, başlarına ne gelirse gelsin, var olmaya da devam ediyorlardı. Öyle ki adları anıldığında sanatçısının bile çatal bıçak yağmuruna tutulduğu, içten içe büyüyen bir nefretin 10. Yıl Marşı eşliğinde histerik cinnetlere dönüştüğü, çoluk çocuk demeden ıssız dağ başlarında uçaklardan atılan bombalarla paramparça edildiği kimselerdi onlar.
* * *
2000’li yıllarla birlikte yeni bir yüzyıla da giriyorduk.
Ülke kardeş kavgasında bıkmış, savaşmaktan yorulmuştu.
2012 yılında ilk defa olarak çözüm sözünü dillendirmeye başladık. Niye savaşıyorduk ki? Silahtan, ölümden, savaşmaktan başka bir şey gelmez miydi elimizden?
İlk defa olarak güle oynaya bayramlar kutladık. Mitinglerde, yürüyüşlerde, toplantılarda insanlar ölmez oldu. Konuşmaya başladık, birbirimizi dinlemeye, anlamaya. Akil insanlar gurupları kuruldu, heyetler oluşturuldu, masalar etrafından sayısız toplantılar yapıldı…
Ne kan aktı, ne gözyaşı çoğaldı. İki buçuk yıl boyunca ölüm haberleri düşmez oldu ocaklara. Barışın büyüsü bir anda tüm toplumu sarıverdi...
Lakin…
Büyüydü bu, bozulurdu. Öyle de oldu.
Ülkede iki buçuk yıl süren barış ve çözüm umudundan sonra, masa birden bire devriliverdi!
7 Haziran seçiminde, huzurun, barışın, insanların birbiriyle konuşmasının, birbirini anlamasının birilerinin işine gelmediği görüldü.
Barıştan, çözümden, özgürlükten kendilerine ekmek çıkmayacağını gören güçler savaşı tercih ettiler.
Sonrası malumumuzdu. Toplum olarak bir kan denizinde yüzmeye başladık.
Ölenler, Türk’üyle, Kürt’üyle bu ülkenin sahipsizleriydi oysa. Parayla askerlikten muaf olamayan, babadan dededen kalmış servete konamayan, genç yaşta vekil yakını, bakan danışmanı, bürokrat olamayan; sınavlarda torpil görüp, soru çalıp atanamayan, rüşvet parasıyla özel üniversitelerde okuyup, yabancı ülkelerde yüksek lisans yapamayan…
Ve sonra içinde boğulmaya başladığımız bu kan denizinden şehitler çıkarmaya başladık kendimize.
Şahadetlerine övündük gencecik çocukların.
Geride kalmış yetim çocuklarının gözü yaşlı suretlerini basarak gazetelerimize manşetler yaptık, iri puntolarla.
En fazla iki buçuk yıl sürmüştü umut baharı. Ne akil insanların hükmü vardı artık, ne de barıştan yana iki cümle kurmanın. Üstelik masa falan da kalmamıştı.
Tarihlerinde, kendilerini hep aldatılmış olarak görüyorlardı onlar. Hep inkâr edilmiş; isimleri, renkleri, türküleri yasaklamış; en modern şehirlerin sokaklarında hep omuz vurulmuş, farklı giyindiği için linç edilmiş, kutsallarının önünde diz çöktürülüp büstü öptürülmüş, bir karışıklık anında kamyonlara bindirilerek şehir dışına gönderilmiş; alnı esmer, dili kırık diye hep hor görülmüş…
Şimdi, bir kez daha aldatılmış olduklarını hisseden Kürtler, yaşadıkları şehirlerde özyönetim ilan etmeye başladılar. Gençlerse orada burada hendekler açmaya yeltendiler…
Devlete göre Kürtler, ne kadar da şımarıktı!
Biraz yüz versen, biraz hak-hukuk desen, biraz gevşetsen, ne zaman bir parça özgür bıraksan hemencecik kendilerini yönetmeye kalkıyorlardı!
Kabul edilemez bir şeydi bu!
Sonunda devletin karşılığı büyük oldu.
Zaten çökertme planları da hazırdı.
İçlerinde sonradan darbe yapmaya kalkışacak subayların da olduğu komutanlar, büyük haritalar önüne geçtiler, kameralar önünde pozlar verdiler. Karar kesindi; özyönetim ilan edilen şehirlerde huzur yeniden tesis edilecekti!
1990’lı yıllarda boşaltılan 3 bine yakın köyden göçüp büyük kentlerin ve kasabaların varoşlarına sığınmışlardı. 2015’in sonbaharında Kürtlerin yaşadığı bu şehirler birer birer kuşatılıp sokağa çıkma yasakları ilan edilmeye başlandı.
Sanki başka bir şeyin ilanıydı bu...
* * *
Okullar tatil edilmiş, öğrencilerin eğitimi başka bir bahara ertelenmişti.
Kolluk güçleri sokak sokak savaşıyor, mehter marşları eşliğinde mahaller bombalanıyor, ajanslara haftalardır sokaklarda bekleyen ölü suretleri düşüyordu. Yetmişinde sokakta vurulan insanlar, cenazesi buzdolabında saklanan çocuklar, havaya uçan apartmanlarda parçalanan kolluk güçleri. Varlıkları çizelgelerde sayılara dönüşen ve her geçen artan ölüler sayesinde Türk’ün Kürt’e, Kürt’ün de Türk’e olan nefreti giderek daha da bileniyordu.
O sıralarda, kolluk tarafından ele geçirilen okulların resimleri servis edilmeye başlanmıştı sosyal medyadan.
Fethedenler, düşman kalelerini birer birer zapt etmiş bir ordunun neferleri gibiydiler.
Büyük bir gururla okulları ve derslikleri ele geçiren kolluk güçleri, maskeli
JÖH’ler, PÖH’ler kara tahtaların önünde afili pozlar vererek kurtarıyorlardı memleketin onurunu.
O zamanki bir yazımın başlığı şöyleydi:
Ders mers yok! Size barış da yok!
* * *
Aradan bir mevsim daha geçti.
Biraz daha öldük. Biraz daha bölündük.
Ölmekten de öldürmekten de yorulmadık. Üstelik her ikisinden de gurur çıkarmayı başardık.
Ölenlerin hesabı bile tutulamaz oldu. Kimi onlarla telaffuz etti, kimisi yüzler, kimi de binlerle…
Şimdi, birlikte adeta talihsiz bir ülkenin kaderine ağlıyoruz.
Ermeni'si çoktan gitti, Rum’u azaldı, Kürt'ünse kentlerini başlarına yıktık.
Rüşvetçi bakanlara yapamadığımızı seçilmiş vekillere yapıyoruz.
Hem de yüzde 80 ittifakla. Üstelik anayasaya aykırı olduğunu bile bile.
Yüzde seksen, yüzde yirmiyi adeta köşeye sıkıştırmış, meclisten atmaya çalışıyor.
Milletvekilleri takipte, attıkları her adım, söyledikleri her söz suç oluyor, her an yeni soruşturmalar açılıyor haklarında.
Cinnet almış başını yürüyor, seçilmiş belediyelere kayyımlar atanıyor.
Kürt muhtarlar bile görevden alınıyor.
Öğretmenlerin Kürt olanları topluca görevden el çektiriliyorlar.
Kelimeler yavaş yavaş yer değiştiriyor, cümleler şaşırıyor, anlamlar aslına dönüyor sanki.
Seksen yıllık cumhuriyet yaşadıklarından hiç ibret almamışa benziyor. Tarih bir kez daha kendini tekerrür ediyor.
Hukuk denen şeyin çoktandır yerlerde süründüğü, at izinin it izine karıştığı, katıksız bir faşizmin kol gezdiği ülkenin sokaklarında, demirden bir zırha bürünmüş devletin kükreyen sesi yankılanıyor:
“Kürt’e seçim meçim yok!
Egemenlik kayıtsız şartsız Türklerindir.”