13 Temmuz 2018

Nick Cave, İstanbul ve bize kalanlar

“Teşekkürler İstanbul, teşekkürler Türkiye!” Nereye doğru gidiyorsun, önün açık mı?

“Hüzünden dolayı tüm diyarlar kuruldu
Özlemden dolayı büyük mucizeler arzulandı
Onlar sadece küçük gözyaşları, sevgilim, bırak aksınlar
Ve başını omzuma koy
Penceremin dışındaki dünya savaşa girdi
Sen benim beklediğim o kişi misin?”

Sıcak bir temmuz gününde kulaklarımızda Nick Cave şarkılarıyla İstanbul sokaklarını arşınlıyoruz. 25. İstanbul Caz Festivali kapsamında Nick Cave 17 yıl sonra kendisi gibi efsane olan grubu The Bad Seeds ile yeniden İstanbul’da.
Konser için İzmir’den geldik. Heyecanlıyız. İstanbul’un caddeleri, üst geçitleri, gözün görebileceği her yer Tayyip Erdoğan fotoğrafları eşliğinde dev puntolarla yazılmış “Teşekkürler İstanbul” yazılarıyla dolu, “Milletimiz kazandı, Türkiye kazandı.” İzmir’den pek alışık olmadığımız bir görüntü bu, Cumhurbaşkanından İzmir’e teşekkür yok demek.
Cumhurbaşkanı Meclis'e karşı sorumluluğu olmayan, kendisine bağlı bir hükümet atadı bu günlerde. Meclis yeni dönemde ne işe yarayacak pek belli değil. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak gibi görünüyor, yeni bir rejimle yönetiliyor olacağız. “Cumhuriyet” adı yanıltıcı olmasın, kabul edelim demokrasinin artık kırıntısının bile kalmadığı bir “Cumhuriyet” bu. Yeni KHK ile her şeyin başı Erdoğan artık, nerdeyse hayatın her alanına ait, devletin bütün yetkileri tek bir elde toplanıyor. Hapishaneler, gazetecilerle, sanatçılarla, milletvekilleriyle dolu. ODTÜ’lü gençler, yıllar önce yargılanıp beraat etmiş karikatürlerden oluşan bir pankart açtıkları için tutuklandılar. Son olarak, Devlet Tiyatroları, operası da Cumhurbaşkanına bağlandı. Ekonomi çığlık çığlığa, dolar almış başını gidiyor.

“Teşekkürler İstanbul, teşekkürler Türkiye!”

Nereye doğru gidiyorsun, önün açık mı?

Berrak bir gökyüzü altında, Küçükçiftlik Park’ta Nick Cave’i bekliyoruz, yaprak kıpırdamıyor neredeyse, sıcak kalabalıkla birlikte arttıkça artıyor. 18 yaşından küçükleri almıyorlar içeri. İçecek kuyrukları uzun.

Hayat akıp gidiyor, hayatımız akıp gidiyor. 17 yıl geçmiş aradan, Nick Cave yeniden İstanbul’da. İstanbul aynı İstanbul mu? Her yer betona bulanmış. Daha çok gökdelen, daha çok otomobil var. Yeni yollar, alt ve üst geçitler, tüneller yapılmış ama otomobiller daha çok dur kalk yapıyorlar.
Türkiye önemli bir seçimden yeni çıkmış, artık başka bir Türkiye var.
Her şey çok mu karanlık?
Bunların hepsi geçecek mi?

Küçükçiftlik Park’ı dolduran binlerce insan heyecanlı.
Önce The Bad Seeds elemanları dolduruyor sahneyi sonra da değişmeyen takım elbisesiyle, gürleyen sesiyle Nick Cave geliyor sahneye.

Başka bir dünyadan sesleniyor gibi sanatçı, ne siyaset, ne ekonomi var sözcüklerinde. O başka duygular, derinlikler peşinde, insan hikâyeleri anlatıyor, aşktan söz ediyor. Tutkulu kalın çığlıklar gönderiyor gökyüzüne.

“…Gel, gemilerini benim etrafımda yüzdür 
Ve köprülerini yak 
Küçük bir tarih yazıyoruz, bebeğim 
Her yakınıma gelişinde…” 

Kendisine uzanan ellere dokunuyor, mümkün olsa hepimize tek tek dokunacak, hepimizin gözlerinin içine bakarak söyleyecek şarkılarını.  Zıplıyor, havayı tekmeliyor, coşuyor.
Bize, “kalıcı olan bu değil, bunların hepsi geçecek” diyor adeta.
Geçecek mi?

“…Bu ağlayan bir şarkı 
Ağlamak için bir şarkı 
Kendimizi uyuyabilmek için zorlarken 
Bu ağlayan bir şarkı 
Ama ben uzun süre ağlamayacağım 
Hayır, uzun süre ağlamayacağım…”

Elif Key, Nick Cave şarkılarını yara bandına benzetiyor, “onun müziği insanın yaralarını bulup iyileştiriyor” diyordu bir röportajda.
Şarkılar yaralara iyi gelebilir mi, iyileştirebilir mi biraz olsun onları?

Kendisini izlemeye İran’dan gelen bir seyirci sanıp, yerine yanlışlıkla başka bir seyirciyi çıkarıyor sahneye. Hayranı şaşkın, elini öpüp başına koyuyor.
61 yaşında, bir karabatak gibi seyircilerin arasına dalıp çıkarak söylüyor şarkılarını Nick Cave.
45 yıldır burada söylüyor gibi, Küçükçiftlik Parkı dolduran insanların heyecanlı çığlıkları karışıyor sesine. Jübile sokağının aşk çemberini çeviriyor sahneye çağırdığı onlarca seyirciyle birlikte.

Hep aynı kalan, her şeye rağmen hep aynı kalan bir şeyler var bu şarkılarda.
Bizi buraya getiren de o. 
 “…Ben aşkı yazıyorum, düşünüyorum, şarkılarıma konu ediyorum. Baktığım her şeyde aşkı görüyorum…”  diyor.
Belki de aşk tek kalıcı olan, yaraları saran, insanı iyileştiren.

İki saatlik konser bittiğinde, öylece kalıyoruz. Kendimize, birbirimize bakıyoruz.
Otobüsler akıyor, trafik canlı, şehir gecenin telaşına düşmüş. Dışarda herkesin acelesi var. Hayatla birlikte her şey akıp gidiyor.
Yaralarımız duruyor yerinde, derin yaralar.
Onları iyileştirmek için göğü itmeliyiz, daha çok, daha çok uzağa itmeliyiz.
Nick Cave öyle diyor:
“…You've gotta just keep on pushing and, keep on pushing and Push the Sky Away…”

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti