01 Ağustos 2014

Gürcistan’da bisikletle üç şehir, Batum, Gori, Tiflis

Temmuz ayı içinde 10 günlük bir sürede, kuzey-doğu komşumuz Gürcistan’da yaklaşık 700 km’lik bir yolu bisikletle geçtim

Temmuz ayı içinde 10 günlük bir sürede, kuzey-doğu komşumuz Gürcistan’da yaklaşık 700 km’lik bir yolu bisikletle geçtim. Yolumun geçtiği üç önemli şehirde konaklayarak buraları biraz daha ayrınıtılı gezip dolaşma fırsatu buldum.  Önce Batum, sonra Gori ve başkent Tiflis.

Bu yazımda, son yıllarda hem yoğun ticari ilişkiler, hem de vize uygulamasının olmaması nedeniyle, Türklerin büyük ilgisini çeken komşumuzun üç şehrine, yaygın olarak hemen akla gelen kumar, kadın ve ucuz içki konuları dışında bir bakış açısıyla, bisikletli bir yolcu olma önceliği ve bakış açısıyla bakmaya çalışacağım.

 

Batum

 

Sarp sınır kapısından bisikletle geçip Batum’a doğru 20 km yolu pedallamaya başlayınca önce ‘sınır da neymiş’ diye düşünüyor insan. İşte her şey aynı; Karadeniz, bitki dokusu, insanlar... sadece hiç bir alfabeye benzemeyen Gürcü alfabesi ve bir ses öbeği olarak hiçbir şey çağrıştırmayan Gürcü’ce farklı. Batum’a yaklaştıkça Türklerin buraya yönelik yoğun ilgilerini karşılayan tabelalar, kumarhane ve otel reklamları hızla artıyor. Yoldan denize doğru bakıldığında görülmeye başlanan, sosyalist dönemden kalma yüksek katlı, dev apartmanlarla artık şehre geldiğinizi anlıyorsunuz. Bu 10-12 katlı, adeta bir gecekondu görünümünde olan ve bakımsızlıktan yıkıldı yıkılacak gibi görünen binalar, ister istemez bu binaların yapım amacı üstüne düşündürüyor insanı. Batum eskiden de bir sanayi kenti olmadığına göre bu binalar yazlık amacıyla mı yapıldı yoksa normal konutlar mı onu anlamaya çalışıyorum, her koşulda şu anda çok kötü görünüyorlar. İyice merkeze gelip de etrafa bakmaya başladığınızda ise, eski kent dokusunun içinden yükselen çok sayıda dev postmodern binalar dikkat çekiyor. Bunların bazıları bitmiş, bazılarının inşaatı sürüyor ve şehir yenilerinin de yakında yükseleceğinin işaretlerini veriyor.

Çoruh nehrinin Karadeniz’e dökülmeden önce, hırçınca dolaşmalarından topladığı alüvyonlarla oluşturduğu verimli bir ova üzerine kurulmuş olan Batum, dümdüz bir şehir.  Bunun verdiği rahatlıkla, otelime yerleşmeden önce iki saat boyunca şehirde dolaşıyorum. Yollarda hiç bisiklet yok. Trafik biraz daha çok gaza basanın veya korna çalanın öncelik kazandığı bir ortamda akıyor. Şehrin Tiflis’e bağlanan yollarında zaten yoğun bir tır akışı var, onun dışında kalan cadde ve sokaklarda da araçlar sanki hiçbir kural yokmuş gibi hareket ediyorlar. Bisikleti her gören korna çalıyor. Kaçıyorum oralardan, şehrin eski mahallelerine, ara sokaklarına girip rahatlıyorum. Bu eski sokaklar ve evler henüz otomobillerin hegemonyasına girmemişler. Batum’un en güzel sokakları. Keyifle pedallayıp denize doğru gidiyorum. Karadenizde alışık olmadığımız büyüklük ve neredeyse kilometrelerce uzunlukta bir plaj çıkıyor karşıma, anlaşılan burada her yerden denize girilebiliyor. Plaj boyunca ise, yürüme yolları, yeşil alanlar, yeni yapılmış bir bisiklet yolu ve kiralık bisikletlerin bulunduğu istasyonlar var. Batum şehri de bisikleti kıyıda gezinmek için bir eğlence aracı olarak düşünmüş anlaşılan, kent içi ulaşımda bisiklete yer yok, oysa dümdüz olan bu şehir için ne kadar da uygun bir ulaşım altenatifi olabilir. Şimdilik bir otomobil kenti Batum. Eski Batum’da bulduğum, iki katlı bir evden dönüştürülmüş otelime yerleşip bisikleti balkonuna park ediyorum. Şehri yaya olarak dolaşmaya devam ediyorum, aklımda kalanları şöyle sıralayabilirim. Eski Batum, dar sokakları, evleri, pencereleri, oralardan dışarıya bakan insanlarıyla yavaş yavaş dolaştıkça insana huzur veriyor. Orta Cami Osmanlıdan kalma önemli bir yapı, cuma günleri ezan da okunuyor. Etrafı eski görkemli binalarla çevrili meydanların hepsi farklı bir havada, bunlardan özellikle Piazza Meydanı’nda, akşam ışıklarında, bir kafeye oturup şarap içerek müzik dinlemek çok özel bir tat veriyor. İzmir’in saat kulesine çok benzeyen saat kulesi. Sahildeki bambu bahçeleri, müzikle  birlikte dans eden fıskiyeler... Ben yapamadım ama, neredeyse Akdenizi aratmayacak bir görsellikte karşımda duran denize girebilmeyi çok istedim. Sonuç olarak Batum trafik olan alanlar dışında güzel bir şehir,  ama bir bisiklet şehri değil, bırakın bisikleti şimdilik yaya olmak da zor burada, bu durumun zamanla, özellikle turizm sayesinde değişeceğinin işaretleri var ama.

 

Gori

 

Batum’dan sabah erkenden liman boyunca kıyı kıyı pedallayarak ayrıldım. Şehir bitince yol iki şeride inerek iyice daraldı ve tırlarla dolu bir yol haline geldi. Bu mutsuz edici yolun büyük bölümünde yanımızdan kıvrım büküm akan ırmak, iki gün boyunca tek avuntum olarak beni Gori’ye ulaştırdı. Gori 150 bine yakın nüfusa sahip  küçük bir şehir, buna bağlı olarak trafik ve taşıt yoğunluğu çok daha az, zaten Tiflis yolu da şehir merkezinin 4 km uzağından geçtiği için şehirler arası trafiğe maruz kalmıyor.  Düz bir şehir olmasına rağmen burada da yine bisiklet kullanıcısı ve bisiklete yönelik bir düzenleme yok.


Gori, Josef Stalin’in doğduğu şehir olmak bakımından ünlü. 20. yüzyılın en ünlü diktatörlerden biri olan Stalin yaşadığı dönemde olduğu gibi öldükten sonra da buraya damgasını vurmuş. 2010 yılına kadar şehrin meydanında dikili duran 6 metrelik Stalin heykeli artık yok. Stalin müzesi şehirde görülmesi gereken en önemli yer olarak duruyor. En marksist gençlik dönemlerimde bile bir türlü sevemediğim Stalin’in müzesini de belki de bu duygular nedeniyle biraz ürkek bir şekilde dolaştım. Aklımda Nazım’ın dizeleri uçuştu. Fotoğraflarla dolu bir yaşam öyküsü anlatıyor daha çok müze, Stalin’e verilen hediyeler, onun kullandığı araç gereçler filan. Müze bahçesinde ise korumaya alınıp oraya taşınmış olan doğduğu ev (onun içi gezilemiyor) bir de kullandığı tren vagonu var.

Gori, elimi kolumu sallayarak rahatça dolaştığım, yoğun tır trafiğinden sonra sakinleşip kendime geldiğim güzel bir mola yeri oldu benim için. Şehirde diğer görülmeye değer yer olarak söylenen Gori Kalesi ise çıkmak için hiç çekici gelmedi bana, etrafında bisikletle turladım sadece.

 

Tiflis

 

Gori’den Tiflise ulaşmak için Gürcistanda gördüğüm tek bölünmüş yolu kullandım, tabi diğer yola göre bir bisikletçi için bu büyük rahatlık oldu. Tiflis büyük bir şehir, yaklaşık bir buçuk milyon nüfusa sahip ve ülkenin başkenti. Şehre girdiğinizi düşündüğünüz andan itibaren sizi karşılayan Tura Nehri’yle birlikte trafikte deliler gibi akmak yerine durup şöyle bir baktığınızda anlıyorsunuz ki, bu nehir bütün şehir boyunca gidiyor, nehrin her iki tarafında yoğun bir trafiğe sahip iki ana yol var ve şehir de nehrin bu iki yakasına kurulmuş. Nehir kenarında her iki tarafta olmak üzere 4-5 metrelik yaya yolları var. Trafiği aşıp bu yaya yollarına ulaşmak ise epeyce zor, bunu yapmayı denediğimde bu şehirde büyük caddelerde karşıdan karşıya geçmenin ne kadar zor olduğunu anlamış oldum. Yaya geçidi bulmak mucize gibi, trafiği kollayarak geçmek zorundasınız ki bu da kelle koltukta bir işlem. Tiflis’te sürücüler neredeyse hiç fren kullanmıyorlar, sen önlerinden kaçışmak zorundasın, azcık ağırdan aldın mı kornayı yiyorsun.

Tiflisli sürücülerin bisikletle ilgili olumlu bir duyguları olduğunu da sanmıyorum, o kadar gün boyunca hiç sempatiyle bakan bir sürücüye rastlamadım, daha çok korna yedim. Gürcistan şehirlerinde ve yollarında tam bir otomobil sarhoşluğu yaşanıyor diyebilirim. Bir kısım insanın altında koca koca jipler var, bir kısım mercedes, bmw gibi markaların eski modelleriyle dolaşıyor, epeyce bir kesimde ise tekerlekli kibrit kutusu görünümünde irili ufaklı  eski sovyet arabaları var. Hepsinin ortak yanı ise sadece gaza ve kornaya basmaları. Toplu taşımacılık Tiflis’te neredeyse yok gibi, olan da çok kötü bir durumda, yollarda çok eski küçük sarı belediye otobüsleri, onlarla aynı renkte biraz daha düzgün minübüsler gördüm sadece. Bunun dışında özel taksiler var her yerde. Metro var ama şehrin hayatında ne kadar yer işgal ediyor kestiremedim, arayıp bulup binmeye de fırsatım olmadı, sadece şunu söyleyebilirim ki üç gün boyunca hiç metro işareti görmedim. Caddelerde yaya geçidi yok ya da çok az var, örneğin ünlü Rustavi caddesinde hiç yok, bunun yerine insanın içinden geçmek istemeyeceği alt geçitler var. Karşıya mı geçmek istiyorsun, o kadar merdiven in, karanlık tünellerden geç sonra bir o kadar daha merdiven çık, aman otomobiller durmak zorunda kalmasınlar. Bu kabul edilebilir bir şey değil tabi. Şehrin gösterişli meydanları da trafiğe teslim olmuş durumda, bir zamanlar Lenin heykelinin bulunduğu şimdiki adı Özgürlük Meydanı olan en ünlü meydan bile trafiğin deli gibi döndüğü bir yuvarlak halinde. Rustavi caddesinin diğer ucundaki meydan da aynı şekilde.

Bir şehre bisikletle girmek, orada bisikletle bulunmak durumunda bir takım öncelikler daha çok dikkat çekiyor, bunların aynı zamanda kent yaşamı için de vazgeçilmez önemde olduklarını düşünüyorum. Örneğin yayalar, yaya geçitleri, insanların soluklanabileceği meydanlar, parklar, kaldırımlar, bisiklet için güvenli bir şerit, sürücülerin yayalara gösterdikleri öncelik vb. bütün bu açılardan bakıldığında Tiflis büyük ölçüde sınıfta kalacak bir şehir.

Bütün bunları bir kenara bırakmayı başarabilirseniz, ki ben böyle yapabilmek için ilk gün bisikleti bırakıp yaya olarak şehri dolaştım, o zaman Tiflis’te dikkat çeken yerlerden şöyle söz edebiliriz. Rustavi caddesinin tamamı boydan boya defalarca yürüyebilirsiniz, bu caddenin iki ucundaki iki önemli meydan ve Özgürlük Meydanından Tura’ya doğru uzanan eski Tiflis olarak adlandırılan bölgenin tamamı, teleferikle çıkabileceğiniz Narikala Hisarı ve bir elinde şarap tası bir elinde kılıç tutan dev Gürcistan’ın annesi heykeli, ilginizi çekiyorsa bir çok tarihsel anlamı olan kilise.

Sonuç olarak, Tiflis özellikle tarihsel dokusuyla her zaman ilgi görecek bir şehir fakat buna bağlı olarak da artan nüfus ve otomobil sayısıyla yakında trafiğinin sıkça tıkanacağı bir şehir olma yolunda. Rustavi Caddesi’ni  ise üzerinde sadece tramvayın çalıştığı veya tamamen trafiğe kapalı bir cadde olarak hayal ettim. Çok da güzel oldu...

@ymbymb

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti