27 Temmuz 2013

Ulusalcılaşan AKP

Askeri vesayeti büyük ölçüde kıran ve iktidarını sağlamlaştıran AKP’nin milliyetçiliği artık devletin resmi milliyetçiliğini de belirler konumda

Geçen hafta 1990’lardan başlayarak Türkiye’de milliyetçiliğin haritasını çıkartmaya başlamış, farklı akımların izini sürerek 2011 yılına kadar gelmiştim. Yakın geçmişe yapılan bu kısa yolculuk bugünün Türkiyesini anlayabilmek için gerekliydi. Yazıyı okumayanlar için son yirmi yılda gözlemlediğimiz değişimleri kısaca özetleyelim:

1. 1990’larda farklı kanallarda yol alan milliyetçilik damarları 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle resmi milliyetçilikle birleşti, adına “ulusalcılık” denilen sentezi oluşturdu. Bu sentezin temel özellikleri Batı karşıtlığı ve laiklik takıntısıydı. Ulusalcılığın topluma pazarlanması ise bölünme korkusu üzerinden gerçekleşiyordu. Ulusalcılık, alabildiğine İslamofobik, yer yer ırkçıydı.

2. Ulusalcılığa mesafeli durmaya çalışan MHP milliyetçiliği ise fiilen bu senteze çok yakındı. Deyim yerindeyse, “fikirleri ulusalcılıkta, kendileri dışındaydı”. Bu dışındalık da daha çok siyasi kaygılardan kaynaklanıyordu. Gündelik hayattaki gerçeklik, “kızılelma” koalisyonuydu.

3. Ulusalcılığın asıl “düşmanı”, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet rejimini yıkacağı düşünülen AKP milliyetçiliği idi. Milli Görüş gömleğini çıkarmış görünen, Batı’yla barışık, askeri vesayetle dargın AKP milliyetçiliği bir yandan demokratikleşme yolunda adımlar atarken, bir yandan toplumsal desteğini güçlendiriyor, hegemonyasını kuruyordu.

Artık bugüne gelebiliriz. Bir önceki yazı, AKP 2011’de hegemonya mücadelesini kazandı cümlesiyle bitiyordu. Bu görüşe her taşın altından darbeci çıkacağını sanan “yandaş” kesimin katılmayacağını tahmin etmek güç değil. Öte yandan bir önceki genelkurmay başkanının terör örgütü kurmak suçuyla cezaevinde yattığı, kuvvet komutanlarının toplu istifasının gündemi bir hafta bile meşgul etmediği bir Türkiye’de darbe tehlikesi olduğunu iddia etmek gülünç.

Bu çerçevede 2011 sonrası Türkiyesi için ilk not edilmesi gereken nokta milliyetçilik haritasındaki aktörler arasındaki güç dengelerinin değiştiği. Başka bir deyişle, haritayı oluşturan akımlar aynı: Ulusalcılık, AKP milliyetçiliği (ki buna neoliberal muhafazakar milliyetçilik de diyebiliriz) ve “kağıt üzerinde” MHP milliyetçiliği (buna da Türkçü muhafazakar milliyetçilik diyelim).

Bu haritada egemen aktör, neoliberal muhafazakar milliyetçilik. Askeri vesayeti büyük ölçüde kıran ve iktidarını sağlamlaştıran AKP’nin milliyetçiliği artık devletin resmi milliyetçiliğini de belirler konumda. CHP’nin bir bölümü ile toplumda karşılığı olmayan ama kitlesel eylemlerde sesi çok çıkan Aydınlık çevresine sıkışmış klasik ulusalcılık artık resmi milliyetçiliğin ana rengi değil. Bu, devletin çeşitli kurumlarında ulusalcı olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak sayıları az, etkileri sınırlı.

Hegemonya mücadelesinde ulusalcıların elini güçlendiren tek aktör şu ana kadar hiç bahsetmediğimiz Gülen cemaati. Aslında AKP’den çok da farklı bir milliyetçilik anlayışı olmayan, 2011’e kadar da AKP’yi destekleyen cemaatin, bu tarihten itibaren açıkça dile getirilmeyen nedenlerle iktidarla çatışmaya başladığını görüyoruz. Bu çatışmanın nasıl sonuçlanacağını, cemaatin milliyetçilik anlayışının neoliberal muhafazakarlıktan ne ölçüde farklılaşacağını henüz bilmiyoruz.

MHP ise haritanın varlığı sadece seçim dönemlerinde ya da mecliste parmak sayılırken farkedilen etkisiz elemanı. Neoliberal muhafazakar milliyetçiliğin oy kapmak için dönem dönem daha saldırgan bir dil benimsemesine yol açan bir “sahte-rakip”. Bu anlamda henüz haritada kendine ayrı bir alan açmamış olan cemaatin bile gölgesinde.

Peki haritaya rengini veren neoliberal muhafazakar milliyetçiliğin temel özellikleri neler? Öncelikle son derece kaygan ve değişken bir milliyetçilikle karşı karşıya olduğumuzu not düşelim. Yine de bazı özelliklerin süreklilik gösterdiğini gözlemlemek mümkün.

1. Bu milliyetçilik anlayışı son derece pragmatik, dolayısıyla esnek, hatta omurgasız. Askerle boğuşarak geçen ilk 10 senelik süreçte klasik ulusalcılığın aksine Batıyla barışık, Batıyla müttefik bir milliyetçilik anlayışı görüyoruz. Bu hem siyasi, hem ekonomik bir ittifak. Güçlü Türkiye dünyadan soyutlanmış değil, dünyayla entegre olmuş bir Türkiye. Bu pragmatizm, AKP’nin sertleştiği dönemlerde bile yok olmayan, dolayısıyla Kürt açılımı gibi politikalara imkan tanıyan bir özellik.

2. Neoliberal muhafazarkarlık denkleminin muhafazakarlık ayağı ise kendini daha çok kültürel alanda belli ediyor. İşte bu alanda AKP Batıcı değil. Kökleri Ziya Gökalp’e kadar uzanan bir kendine özgücülük söz konusu (klişeleşmiş ifadeyle Batının ilmini alalım, kültürünü almayalım). Bu alanda en önemli unsur, doğal olarak, din. Türkiye’yi Batıdan ayıran, ahlakını Batınınkinden farklı (bazı durumlarda üstün kılan) Müslümanlık. Gücünü dinden alan bu kendine özgülük, neoliberal muhafazakarlığın Osmanlı vurgusunu anlamamıza da imkan tanıyor. Ulusalcılar ellerinden kaydığına inandıkları Cumhuriyetin kazanımlarına tutunmaya çalışırken AKP Türkiye’nin sınırlarını da aşan, kimilerinin “neo-Osmanlıcılık” adı verdiği, içini çok da dolduramadığı bir ideolojik paketi pazarlamaya çalışıyor. Başbakan konuşmalarına sadece İstanbul’u değil, Beyrut’u, Saraybosna’yı selamlayarak başlıyor. Bu kültürel kendine özgücülük ekonomik istikrarla da birleşerek abartılı bir özgüvene dönüşüyor.

3. Neoliberal muhafazakar milliyetçilik gücünü mağduriyete dayalı bir popülizmden alıyor. İşte bu noktada AKP’nin “yeniliği” bitiyor. Kullanılan milliyetçi söylem, daha önceki sağ iktidarların ve askeri rejimlerin – yani devletin – bütün repertuarını kullanıyor. Dört tarafı düşmanla çevrili bir Türkiye imgesi, dış güçlerin maşası içimizdeki hainler, ki bu noktada düşman figürleri değişmiyor (AB, “liberal aydınlar”, “solcular”, vs.). İslamın yerini CHP ve darbeciler alıyor; Kürtler ise din birliği üzerinden “iyi Kürt-kötü Kürt” ayrımıyla evcilleştiriliyor (bu noktada Kemalist rejimlerin de aynı ayrımı asimilasyon üzerinden yaptığını hatırlayalım). Yani AKP giderek “ulusalcılaşıyor”. Söz konusu ulusalcılaşmanın doruk noktasına Gezi sürecinde vardığını gözledik. Havada uçuşan komplo teorileri, “herkes evine bayrak assın” çağrısı, polisi, hatta askeri yücelten bir söylem, hep ulusalcılıktan ödünç alınan refleksler. Ulusalcılığın sınıf ırkçılığını anımsatan hayat tarzına, ahlak anlayışına dayalı bir dışlama, ötekileştirme; “samimi” milletle “samimi olmayan” milleti birbirinden ayırma. Yani tıpkı Kemalist projenin yaptığı gibi milleti yeniden tanımlama ve kendi anlayışına göre milleti şekillendirme (içki, cinsellik, kadın bedeni üzerinden) arayışları.

Ancak neoliberal muhafazakar milliyetçiliğin temel bir açmazı var; bu da birinci özellikle, yani pragmatizmle, üçüncü özelliğin, yani ulusalcılaşmanın çelişmesi. Bu çelişkinin test edileceği yer ise barış süreci. AKP’nin pragmatizmi – hangi nedenlerle olursa olsun – Kürtlerin tanınmasına, haklarının tartışılmasına imkan tanıdı. Ama bu yukarıda özetlediğim ve giderek belirginleşen ulusalcılaşma eğilimi ile taban taban zıt. Başka bir deyişle bu iki özelliği aynı bünyede yaşatmak mümkün değil. Bu noktada iktidarın, iktidar Erdoğan’dan ibaret olduğuna göre Erdoğan’ın, yapacağı seçim Türkiye’nin geleceğini de belirleyecek. 

Yazarın Diğer Yazıları

Erdoğan nefreti ve Soma; Gülay Göktürk’e bir cevap

Tokatladığı vatandaşa/göstericiye “İsrail dölü neden kaçıyorsun” diye hitap eden, yani açıkça ırkçı bir terim kullanan bir Başbakanla karşılaştınız mı

Türkiye kendi kaderini tayin etti: Ayrışma!

Ünlü Fransız tarihçi Ernest Renan 1882 yılında yaptığı bir konuşmada milleti bir ruh olarak tanımlar. Bu ruhun varlığını sürdürebilmesi her gün tekrarlanan bir halkoylamasına (plebisit) bağlıdır. Yani millet inşa süreci, milletin kendi kaderini tayin etmesiyle bitmez

Gülen cemaati de yenilgiye uğruyor...

AKP Türkiye genelinde yüzde 40-45 bandında kalacak gibi. Bu sonuç, birçok yorumcunun söylediği gibi, seçmenin yolsuzlukları, vs. onayladığı anlamına gelmese de seçmenin AKP etrafında kenetlendiğini, seçim döneminde yaygınlaşan amiyane tabirle tabanın Erdoğan’ı “yedirmediğini” gösteriyor.