01 Temmuz 2010

Bir güve masalı: İstanbul çıplak!

Son günlerde kahverengi kelebekler İstanbul’u kuşatırken, herkesi de bir korkudur sardı...


Son günlerde kahverengi kelebekler İstanbul’u kuşatırken, herkesi de bir korkudur sardı.
Ağaçların gizemli bir rüzgârla sallanmaya başladığı, otların arasından fısıltıların yükselip insanların birer ikişer yere serildiği “The Happening” türü filmlere, “Lost,” “FlashForward” türü dizilere bayılan insan evlatları olarak, büyük bir doğal muammanın içinde olmaktan ürküntüyle birlikte büyük keyif duyduk, itiraf edelim.
İnsan özeniyor. 6 yıl Lost izlemiş, dizide ne kadar deli saçması muallak türerse o kadar mutlu olmuş, olaylar ne kadar ipe sapa gelmez hale gelirse Hollywood’un bize evrenin sırrını anlatacağına olan güveni o kadar sağlama bağlanmış bir nesil olarak, bazı şeylere özeniyoruz. Gizeme öykünüyoruz, her şeyi bir tarafa bırakıp muammaya kaykılıyoruz.
Dünyadaki herkes aynı anda bayılır mı? Bayılır bence. FlashForward’da buna bir açıklama bulunursa var ya, Lost’ta hem kara duman, hem paralel evren, hem de kutup ayısı aynı anda açıklanırsa var ya... Artık tanrı var mı yok mu, ben neden buradayım, kara kedi merdiven altından geçerse ne olur, evde yoğurt bitmiş  mi, hepsini Hollywood yazarları sayesinde öğrenmiş olacağız.
“Evrenin sırrını, varoluşun amacını ben oturup düşünemem aga, soruları da soruyorlar yanıtları da veriyorlar” hevesiyle çekirdek paketini alıp ömrünün yarısını TV karşısında geçirmiş bir nesil olarak, muammaya mest oluyoruz.
İlk başlarda açık havada yemek yerken “Ay git bakayim keh keh,” “Benim parfümüm çiçek kokuyo, ondan,” türü nazik kelebek kovuşturma metotları uygulayan İstanbul sosyetesi, kâh ‘karnımda kelebekler uçuşuyor,’ ‘böbreğimde kelebekler zonkluyor’ türü aşk göndermelerine saygı zorunluğundan, kâh 1 günlük ömrü olduğu düşünülen bu hayvancağıza terbiyesizlik yapmamak düşüncesinden, olayı bozuntuya vermedi. “Ay tatlım hep bana geliyor, tabii hamam böcüsü olsa şu karşıdaki kokoşa giderdi” diye içten içe gurur duyanlar bile oldu.
Lakin günler geçip evlerinin çeşitli yerlerinde fıkır fıkır uçan ve silleden anlamayan kelebekler çoğalınca, İstanbullu korkmaya başladı. “Ayol 1 gün değil mi bunların ömrü, neden ölmediler?” “Kanatları da renkli değil, antenleri de yok?” türü konuşmaları “Yahu gazeteyle beynine beynine indiriyorum ölmüyor?” “Camın önünde kamp kurdu, bana bakıyor!” “Nnnnefret ediyorum kelebeklerden, tiksiniyorum, ciyyaaak!” “Hepimiz ölüceeez!” türü korku nidaları takip etti.
Sosyetenin feryadını fırsat bilen tatminsiz Lost kuşağı (X kuşağı, Y kuşağı, Lost kuşağı diye gider o, biliyorsunuz), 6 yılın verdiği kin ve intikam hırsıyla, aldı sazı eline.
“Şimdi bu kelebekler globıl vorming denen şeyden ötürü, afrika sıcağı, kuraklık, sel, tsunami ve ütüyü prizde unutma olaylarına istinaden ve kurbağaların neslinin yok olmasından gayrı, ayrıcana daha da beyin hücrelerimin yanması gerekirse dünyanın sonunun gelmesinden kelli, bizi uyarmaya geldiler bencağ.”
İstanbullu’nun kelebek korkusu, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde hayatları boyunca doğanın çok doğal bir ferdi olan böcekleri görmezden gelerek yaşayan yurdum insanı tarafından hayretle izlenirken, TV kanalları düşündü düşündü, bunu en iyi kimin açıklayabileceğini buldu. Koştur koştur mikrofonu KPSS’den çıkan meşhur vatandaşa uzattı.
“Valla ben bunu çoktan çözdüm. Çalıştım. Gerekeni yaptım. Baktım. Evde. Attım hafızaya. Baktım. Bir-iki tanesini de yedim. Yuttum. Ağız bedava. Kokladım. Ama asıl beyin bedava. Elim deseniz o biraz pahalı. Burnum 2 TL’ye olur. Fakat beyin bu. Taşıyorum, niye hammallık yapayım? Neyim ben, deli mi? Kelebeği anladım. Hadi git benim işim var,” şeklinde açıklamasını dile getiren Mr. KPSS kara duman olup uzaklaşınca, bizim İstanbullu iyice Lost oldu. Acaba Mr. KPSS ne demek istemişti? Kelebekler neyi anlatmak istiyordu ve nasıl oluyordu da bu aralar ortalıkta hiç kırmızı şapkalı cüce yoktu?
Evlerinin camını-penceresini açmadığı için havasızlıktan bayılanlar, koluna bacağına kelebek konmasın diye tesettüre girenler derken, ülkenin 12 milyonluk metropolünün çehresi bir anda değişmeye başladı.
İstinye Park’ın yuvarlak ağaçlarına kelebek şeklinde kahverengi çaputlar bağlanırken, Porsche sahibi İstinye Parklılar’ın kelebek dövmeleri yaptırıp Harley Davidson’a geçmeleri an meselesiydi. “Bükemediğin eli öpeceksin” prensibinden yola çıkan yetkililer Emek Sineması’nın ismini Kelebek Sineması olarak değiştirmeye yönelik çalışmalarını sürdürürken, AKM’nin yerine kelebek katedrali yapılması gündeme gelmişti bile. İstanbul 2010 komitesi 31 Aralık 2010’da başlatmayı düşündüğü kültür faliyetlerine bir kelebek sergisi eklerken, Kelebek Alışveriş Merkezi’nin temelleri Levent’te Kanyon ve Metrocity’nin arasında boş kalmış bir yere törenlerle atıldı. Kelebeklerin refahı ve güvenliği için restoranların bahçelerine üstüne yeşil ışık verilmiş plastik palmiyeler dikme faliyetine giren Büyükşehir Belediyesi, Belediye Başkanı'nın kelebeklerin reisiyle el sıkışırken görüntülendiği fotoğrafı Büyükşehir Çalışıyor billboard’larına basmıştı bile. 
Bu arada, Gece Güvesi adlı erkek kelebeklerden oluşan koloninin, her tür kumaşımızı yemek üzere harekete geçtiğinden herkes habersizdi.
Sıcak bir Temmuz gecesi uykuya yatan İstanbullular, 80 milyon kelebeğin bütün giysilerini yemesi sonucu ertesi güne dımdızlak, çıpçıpıl uyandı. Üzerine örteceği perdesi-halısı bile kalmayan metropol insanı, ülkenin çeşitli yerlerinden gelecek tekstil yardımını beklerken, “metroseksüel” kelimesi yeni bir anlam kazanıyordu.
O sırada İstanbul’a göç eden Anadolulu bir ailenin küçük oğlu ayıplarını örtmeye çalışan belediye mensuplarını görünce dayanamayıp “İstanbul çıplak!” diye bağırınca, kafada takke olsa düşer, kel görünürdü.
Lakin burası İstanbul’du. Çocuk öyle bağırınca hiçbir şey değişmedi.
Temmuz ayına girmiş ve hâlâ güneş yüzü görmemiş İstanbullu Nilay Devir, “Amman arkadaşlar benim çok acil tatile ihtiyacım var,” deyip Kelebekler Vadisi’ne topukladı.
Biraz beyni dinlendirmekte fayda vardı, nitekim İstanbul Lost olmakta, yazarın beyni pelte olmakta, T24 okuruna ayıp olmaktaydı.
Ben 1 hafta tatile gidiyorum İstanbul. Senin kelebeğin kelebek değil.

Yazarın Diğer Yazıları

Aşkım, Nur'um, Yengi'm

Gelişmiş bir deliydi bu, bana sorarsanız. 30 yaşlarında -veya 20’dir belki...

Bir şey soracağım, sen ağladın mı?

Canı istemeyen erişkin insanlar bilsinler ki son fırsat, çıksınlar sinema salonundan...

Hişt, beyaz yaka, bak bu da bizim en uzun gün

Yanağım sarkmasın diye sırt üstü uyumaya çalıştığım bir gecenin sabahıydı. Dolayısıyla firavun gibi altın sarısı ve elimde mızrakla gözlerimi açtım.

"
"