29 Mayıs 2017

Zoraki komşu

Anna Turay: Beraber yaşadığımız tüm eski komşularımızı özlüyorum

 Anna Turay

Dedem zoraki komşusundan kaçarak İstanbul’a göç etmiş. Mübadil, mülteci nedir, o güne dek duyup gördüğünü hiç sanmam. 1915’de en yakın komşularının saldırısına uğradıktan sonra, bir kez daha, bu kez 1930’larda, yüzlerce yıldır komşu köylerle birlikte emek verip yeşerttikleri bozkırın gazabına uğramışlar. 1915’in yıkımının altında darmadağın olan Yozgatlı Ermeniler, henüz ayağa kalkamadan bu kez Balkanlardan gelen mübadil baskını en son ‘can alıcı’ noktayı koymuş. Sen misin ‘ziraata hazır toprak, yerleşime uygun hane’ yaratan? Devlet uçsuz bucaksız bozkırla niye uğraşsın, elde hazır köyler varsa asker eşliğinde mülteci yollar, Ermeni evlerinin bir katını veya odasını zorla boşalttırıp ev ev üstüne, zoraki komşular salar.

Dedem ve hemşerileri, önce yeni komşularının yüzüne, sonra bellerindeki silahlara şöyle bir bakmış, bir gün içinde tası tarağı toplayarak kendilerini İstanbul’a dar atmışlar. Samatya’da, geçici olarak okuldan dönüştürülen, adına gayaran (durak, istasyon) denen yere sığınıp bu kez onlar göçmen olmuşlar. Okulun sınıfları çarşaflarla dörde, sekize bölünmüş, her biri bir aileye yuva olmuş. Çarşaftan duvarlarla birbirine komşu olan aileler bir süre orada barındıktan sonra akrabalarının desteğiyle yeni semtlere, yeni komşulara, yeni hayatlarına koşmuşlar.

Okul, yoksul göçmenlere büyük kentte bir ara durak olma işlevini yıllarca sürdürmüş. Geride kalanlar, doğdukları toprağı terk etmemek için direnenler eninde sonunda yenik düşmüşler elbet. Gayaran Anadolu’nun dört bir yanından gelen göçmenlerle dolmuş taşmış. (Yıllar sonra ben ilkokulu dedemin ailesiyle birlikte sığındığı o okulda okudum, her pazartesi ve Cuma, ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’ diye haykırdım.)

***

Dedemin hiç yakın akrabası yoktu. Kardeş, yeğen, kuzen, küçük büyük, hiç kimse… Karısı ve çocukları da dahil olmak üzere tüm yakınlarını 1915’de yitirmiş, o sırada askerde vatanı için savaştığından kendi canını kurtarabilmişti. Savaşın ardından, Yemen’den Kıbrıs’a, sürgünden firara, macera romanlarını aratmayacak hikayesini noktalayıp evine, köklerine geri dönse de, yeniden bir aile kurmuş olsa da, bu kez ikinci bölüm başlamış, mübadele bütün hayatını bir kez daha tepetaklak etmiş.

***

Ben dedemin apartmanımızdaki komşularla, yaşıtlarıyla tek kelime bile konuştuğunu görmedim. Hava iyiyse sabahtan kilisenin bahçesine gider, akşama kadar orada, kendisi gibi yaşlılarla otururdu. Malatya’nın, Elazığ’ın, Yozgat’ın, Sivas ya da Kayseri’nin köylerinden birinde, geniş bir gökyüzünün altında, bol bol kardeş, çok çok çocukla, bağ bahçe peşinde, kendi hallerinde yaşayıp giderken zorla köklerinden koparılmış, İstanbul’a savrulmuşlardı. Bazen kilisenin gölgesine sığınır, bazen avlunun üzerinden, binaların arasından süzülen güneşe sırtlarını verir, mırıl mırıl eskilerden konuşurlardı. Ne çok isim ve lakap geçerdi konuşmalarının arasında, şaşardım. Galiba o isimlerin çoğu artık aralarında olmayanlardı.

***

O sıralarda biz Samatya’da İzci Türk sokakta otururduk. İzci Türk sokak Ermenilerden geçilmezdi, ama bizim apartmanda daha çok Türkler otururdu. Türk komşularımız Samatya’ya Samatya demez ya da diyemez, ‘Paşalıyız biz’ derlerdi. Hiçbir anlam veremez ama çok da takılmazdık. Kadınlar ve çocuklar hep birlikte gündüz 12 matinesine sinemaya gider, yerli filmlerde mendiller dolusu ağlardık. Genelde karşılıklı ‘çat kapı’ evlere girilip çıkılan, herkesin komşusunun her türlü sırrına vakıf olduğu ama bilmezmiş gibi yaptığı, çoğunlukla birbirinin tıpatıp aynısı olan hayatlar yaşanır, sıcak, güven dolu bir atmosfer sarmalardı hepimizi.

Yine de bütün o yakınlık ve benzerlik içerisinde farklı olduğumuzu bilir, hisseder, duyardık. Anne yerine mama diyor olmak, aşurenin içine asla nohut ve fasulye koymamak, irmik helvasını yapış yapış değil pilav usulü tel tel pişirmek gibi çok önemli ayrımlar vardı aramızda! Karşı komşunun içli köftesine ayılıp bayılır, ama gönderdiği aşureyi içinde nohut ve fasulye var diye ağzımıza koymaz, utanarak atardık. Bazen bir komşumuz irmik helvası yapıp bütün apartmana dağıttığında yine aynı tepki… ‘Ne bu böyle, kapkara çamur gibi helva mı olurmuş?’ denir, güzelim helva çöpü boylardı. Yıllar sonra ben o bulamaç gibi helvanın tadına varıp tercih etmeye başlayınca mamam şaşkınlık içinde burun kıvırmıştı. Sonradan düşündüm de, paskalya zamanı bizim gönderdiğimiz çörekler ve kırmızı yumurtalara ne oluyordu acaba?

***

Galiba en önemli ayrımımız çalışma konusundaydı. Okulumuzun duvarlarında bol bol ‘Türk Öğün Çalış Güven’ fişleri asılıydı. Ama biz Ermenilerin niye bütün Türk komşularımızdan daha fazla çalışmak zorunda olduklarını hiçbir zaman anlayamazdım. Bir kere bizim okullar sabah köründen akşamüstü 4’e, bazen 5’e kadar sürerdi. Komşu Türk çocukları ise ya sabahçı ya da öğlenci olur, günün yarısını sokaklarda haytalık ederek geçirirdi. Kıskanırdım.

Sonra kadınlar… 1970’li ve 80’li yıllarda Samatya’da Ermenilerin oturduğu hemen hemen bütün evlerden makine sesi yükselirdi. Erkekler dışarıda çalışırken kadınlar da oturma odalarına bir dikiş makinesi ya da overlok atar, Mahmutpaşa’daki gömlek tüccarlarının atölyeleri için günboyu yaka, kolima takarlardı. Samatya sokaklarında, yakasını taktığı gömlekleri sırtına vurmuş, iki sokak ötedeki ilik atölyesine götürmek üzere hızlı hızlı yürüyen, iş yetiştirmeye çalışan pek çok Ermeni kadın görebilirdiniz.

Yakacılar ve kolimacılar olarak ikiye ayrılan bu kadınlar, her şeye rağmen akşamüstü 4-5 arası kısa bir mola verip yan komşuya çaya gitmeyi de asla ihmal etmezlerdi. Burada genellikle çayı hazırlayan, yanına bin bir çeşit hamur işi çıkaranlar Türk komşular olurdu. Onlar genellikle geç saatlere kadar uyurlardı. Kalktıktan sonra da ya bütün gün evde temizlik yapılır ya da ‘gün’ düzenlenip sırayla komşulara gidilir, çay ziyafetleri hazırlanırdı. Mamam, ‘Bunlar tembellikten yemek bile yapmıyor, akşam kocalarına 5 çayından artan hamur işlerini dayıyorlar’ diye söylenirdi.

İzci Türk sokakta Kürt komşularımız yavaş yavaş çoğalmaya başladığında eşzamanlı olarak Ermeni komşularımız da birer birer başka semtlere, başka ülkelere göçmeye başladılar. Bostanların yerini koca koca apartman blokları aldı, hüngür hüngür ağladığımız sinemalar kapandı. Bir gün bir de baktık tren istasyonundan Samatya adı da silindi, masal oldu.

***

 

İster zoraki, ister gönüllü… Komşularımızla yoğun ve kesintisiz paylaşımlar yok artık hayatımızda. Ama komşuluk diye bir mefhum hâlâ var.

Şimdi oturduğum apartmana 14 yıl önce ilk taşındığımızda karşı komşumuz yaşlı bir İtalyan’dı. Evden dışarı pek çıkmıyor, tek kelime bile Türkçe bilmiyordu. İlk yıl ya iki kez gördüm ya da üç. Bir gün apartmanın girişinde karşılaştık, elindeki paketleri taşımasına yardım ettim. Şaşırdı, sevindi. Ertesi gün elinde bir şişe şarap ve bir Noel kekiyle kapımı çaldı. Mutfakta oturup birlikte kek yedik, şarap içtik, Tarzanca sohbet ettik. Sonra taşındı ve gitti.

Oğlum bebekken alt kattaki komşumun her yıl üst üste örüp getirdiği yün hırkalar içimi ısıttı. Üst kattaki komşumla sıkça görüşüyor, bazen birlikte turşu kuruyor, arada kahve içip filmlerden ya da çocuklardan söz ediyoruz.

Yine de beraber yaşadığımız tüm eski komşularımızı özlüyorum.

İyi bir komşu her pazartesi T24'te

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek 15. İstanbul Bienali, “iyi bir komşu” başlığını taşıyor. 

Mahallelerin ve ev içi yaşantılarının dünyanın her yerinde geçirdiği köklü değişimler, bir arada var olma şekillerimizin uğradığı değişimleri konuşmayı da zorunlu kılıyor. “iyi bir komşu”nun kim olduğu, aynı zamanda kendimizin “iyi bir komşu” olup olmadığı sorusunu soran İstanbul Bienali, T24 işbirliğiyle internet ortamında bir sohbet başlatıyor.

Bienal başlayana dek her pazartesi sürpriz bir yazar, sanatçı, akademisyen, mimar, psikanalist veya gazeteci T24’te “iyi bir komşu” hakkında yazıyor.

15. İstanbul Bienali

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 1987 yılından bu yana düzenlediği İstanbul Bienali’nin 15'incisi, 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset’in küratörlüğünde, “iyi bir komşu” başlığıyla gerçekleştirilecek. Koç Holding sponsorluğunda düzenlenecek ve iki ay boyunca ücretsiz olarak gezilebilecek 15. İstanbul Bienali’nde, birbirine komşu mekânlarda yer alacak serginin yanı sıra bir dizi performans ve konuşma da düzenlenecek.


 
 

Yazarın Diğer Yazıları

Kutsal çarşamba

Hepimizi “bir” kılan şeyin yalan bir resmi tarih olduğunu anlamam için epey bir yaş almam gerekti

Korku ruhu kemirir

"İyi bir komşu korkmadığınız bir yabancı mıdır?"

Bizimkiler’de işler her zaman yoluna girer

Bizimkiler’de pahalı tatiller, havalı arabalar, uğruna ölünesi aşklar yok belki ama...