01 Ekim 2012

Olağan şüphelilerce anlatılan olağandışı bilim hikâyeleri - II

Geçtiğimiz günlerde, Fransa’da iki yıl süren bir akademik çalışma ile GDO’lu ürünlerin kansere yol açtığını öne süren bir çalışma yayımlandı.

 

Geçtiğimiz günlerde, Fransa’da iki yıl süren bir akademik çalışma ile GDO’lu ürünlerin kansere yol açtığını öne süren bir çalışma yayımlandı. Çalışma araştırma süresinin uzunluğu açısından önemli olmasına rağmen, deneysel tasarım kusurları ve elde edilen sonuçların yorumlanmasındaki acemilikler nedeniyle uluslar arası akademik çevrelerde eleştirilere maruz kaldı. Kişisel düşüncem araştırma sonuçlarının GDO’lu ürünlere karşı olanların da, olmayanların da elini güçlendirdiği. Yani, yapılan araştırmayı ‘GDO’lu ürünler kansere yol açıyor’ tarzında ele almak da; aksine,  ‘araştırma öylesine deneysel kusurlar taşıyor ki GDO’lu ürünlerin kansere yol açtığı kesinleşmemiştir’ şeklinde ele almak da mümkün. Nerede durduğunuza bağlı. GDO’lu ürünler ile ilgili tartışma genellikle bu ürünlerin sağlığa bir zararı olup olmadığı konusuna odaklanıyor. Sağlık elbette çok önemli ancak, benzeri konularda daha önce yaşanan deneyimler, GDO konusunu sağlık açısından tartışmanın verimsiz olduğunu veya herhangi bir sonuca ulaşmayacağını düşünmeyi gerektiriyor. Bu konuya başka açılardan da bakmak gerekli. Bu yazıda bunu anlatmaya çalışacağım.

Öncelikle, GDO’lu ürünlerin kansere yol açtığını kesin olarak ispatlamak çok zor bir şey. En önemli nedeni, GDO’lu ürünler ile kanser arasında kurulacak neden sonuç ilişkisi üzerinde etkili olan çok fazla faktör olması. Açık konuşmak gerekirse, GDO’lu ürünleri yiyen canlılarda kanser hastalığı geliştiğini ortaya koyan verileri şüpheli konuma düşürecek veya bu verilerin kesinliğini ortadan kaldıracak mantıklı bir karşı argüman her zaman bulunacaktır. Üstelik GDO’lu ürünlerin sağlığa zararlı olduğunu gösteren çalışmaları geçersiz kılacak argümanları bulmak için biyoteknolojiden veya tıptan anlayan biri olmaya da gerek yok; bilim felsefesinden biraz anlayan biri bunu çok rahat yapabilir. Şunu göz önünde bulundurmak gerekli: genel olarak, bir şeyin, ona maruz kalan bir canlıda, bir hastalık durumuna yol açtığını göstermek gerçekten çok zordur. Yanlış anlaşılmamak için vurgulama gereği duyuyorum: bu araştırmaların yapılmaması gerektiğini savunmuyorum. Savunduğum şey, zor olmasına rağmen sağlığa zararlı olduğu gösterilse bile, bu sonucun GDO üretimi ve serbest ticaretini savunan akademik çevrelerin tavrında ve piyasa ilişkilerinde hiçbir değişikliğe yol açmayacağıdır. Bu konuyu bir örnek üzerinden tartışmak açıklayıcı olacak. Örneğin, pestisitlerin sağlığa zararlı olduğunu gösteren çeşitli çalışmalar 40 yıldan daha uzun bir süredir yapılıyor. Sonuç ne: sağlığa zararlı pestisitlerin yerine sağlığa daha az zararlı olduğu iddia edilen pestisitler kullanılıyor. Sonra bu sağlığa daha az zararlı olduğu iddiası ile piyasaya sürülen pestisitlerin de aslında sağlığa zararlı olduğu belirleniyor ve sağlığa daha az zararlı olduğu iddia edilen yeni pestisitler... kısaca uzun vadede hiçbir şey değişmiyor; değişmediği gibi dünya tarımında pestisit kullanımı da yıldan yıla sürekli artış gösteriyor. Pestisitler ile GDO konusu birbiri ile kıyaslanamaz, bambaşka dinamiklere sahip denilebilir. Ayrıntıya bu yazıda girmeden kısaca şunu söylemek istiyorum, her iki konu da aynı toplumsal dinamiklerden besleniyor ve pestisitler konusunda yaşanan süreç çok muhtemel ki GDO’lar konusunda da yaşanacak. Belki bambaşka bir örnek üzerinde durarak ne demek istediğimi açıklamak daha mümkün olacak.

‘Çalışmak Sağlığa Zararlıdır’ isimli özünde işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili konular hakkında yazılmış bir kitap, GDO’lu ürünlerin sağlığa zararlı olup olmadığı hakkındaki tartışmalara da ışık tutacak bilgiler içeriyor. Kitabın yazarı Paris ve INSERM araştırma merkezi profesörlerinden, asbest karşıtı hareket üyesi, sosyolog Annie Thébaud-Mony. Yazar, kanser yapıcı olduğu çok iyi bilinen ‘asbest’ maddesinin kullanılmasını yasaklamak için yapılan mücadele üzerinden bilimin genelde nasıl işlediği üzerine çok aydınlatıcı bir hikâye anlatıyor. Bu da bir hikâye ama bambaşka şeyler söylüyor. Geçen hafta bu konu hakkındaki ilk yazıda ‘Olağan Şüpheliler’ filminden söz etmiştim. Aynı o filmin ana karakterinin yaptığı gibi, genelde günümüz bilimi de (bilim insanları) insanlığa zekice kurgulanmış, inandırıcı, işe yarayan ama gerçek duruma hiç temas etmeyen hikâyeler anlatabiliyor. Ama bu hikâyeleri tersyüz eden, Olağan Şüpheliler’in anlattığı akademik hikâyelerin ‘doğruluk’ ve ‘etik’ açısından ne kadar sorunlu olduğunu dile getiren bilim insanları da var. Annie Thébaud-Mony1 bunlardan biri. Yazdığı kitabın bütünü ama özellikle ‘Etki Altındaki Bilimsel Araştırmalar, İnsan Deneyleri’ başlıklı altıncı bölümü, halk sağlığı, işçi sağlığı ve güvenliği ile çevre sağlığı söz konusu olduğunda bilim insanlarının, endüstriyel faaliyetlerin ürettiği riskleri ‘görmezden gelme’ ve ‘görünmez kılma’ konusunda nasıl da başarılı (!) olduklarını reddedilemez bir biçimde ortaya koyuyor. Örneğin, alanında son derece saygın isim yapmış bilim insanlarının, asbeste maruz kalan insanların kanser hastası olduklarını nasıl kanıtladıklarını, ama daha sonra, yine aynı bilim insanlarının sanayicilerin baskısıyla bu kanıtı nasıl da şüpheli hale getirdiklerini anlatıyor. Adına bilim dense de, aslında yalanla dolu, zekice hikâyelerin anlatıldığı bir ‘iş’ kolundan söz ediliyor sanki. Bütün mesele, bu berbat bilimsel tavrın ne kadar yaygın olduğunu fark etmek. Kitaptan bir alıntı ile durumu özetlemek mümkün:

Bilimsel araştırma alanının dışında olmalarına rağmen, paranın ve ekonomik aklın gücünü elinde tutanlar, bilirkişi kurumlardaki (yani akademik hayattaki) tartışmalarda meşru aktörler olarak yer buldukları zaman, bilimsel tartışma kuralları da tartışmalı hale gelir. Güç ilişkileri bilimsel değil, ekonomik zorunluluklar üzerine inşa edilir.’ (Syf. 184).

Kısaca, GDO’lu ürünleri, bu ürünlerin yol açtığı sağlık sorunları üzerinden tartışmak hiçbir şeyi değiştirmeyecek; diğer pek çok şey için olduğu gibi. Örneğin asbest ile ilgili tartışmaların yüz yıla yakın sürdüğünü aklımızda tutmalıyız. Ama hiç kuşku yok, bu konuları konuşmaya ve tartışmaya devam edeceğiz. Etmeliyiz de, şu an için elimizden başka bir şey gelmiyor…

GDO’lu ürünler konusunda, etik çağrışımları olan bir başka sorunun da ele alınması gerekiyor: GDO’lu ürünlerin üretimini dünya geneline yayma ve ticaretinin serbestçe yapılmasını güvence altına alma konusundaki bunca ‘ısrar’ neden? Bu soru üzerinde durmak, düşünmek gerekli. Örneğin, bu ısrarın hangi toplumsal ihtiyaca doyurucu bir yanıt verdiği ciddi biçimde sorgulanmalı. Bu soruya yanıt olarak öne sürülen, GDO’lu ürünlerin açlığı önleyeceği, ürün verimliliğini artırdığı, tarımda pestisit kullanımını azalttığı argümanları doğru değil. Örneğin, açlık besin üretimindeki yetersizlikle ilgili değil; ya da GDO’lu ürünlerin ürün verimliliğini artırdığını gösteren net bir çalışma yok. Hatta, David Pimentel’in gıda üretim süreçlerinde enerji kullanımını analiz ettiği klasik çalışmalar baz alınırsa, GDO’lara dayalı üretim tekniklerinin çok pahalı ve doğal kaynakların savurganca kullanılmasına dayalı olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Bu ısrarın nedenlerini bilimsel argümanlara dayanarak temellendirmek oldukça zeki hikâyeler anlatmayı gerektiriyor ve hiç kuşku yok inanan epeyce taraftar da var. Ben en önemli nedenin, şirket çıkarlarını her şeyin üzerine koyan neoliberal iktisat politikalarının yaygınlığı ve gücü ile bu iktisat politikalarına meşruiyet kazandıran şirketleşmiş bilim anlayışı olduğunu düşünüyorum. Şirketleşmiş bilim anlayışı ile kastettiğim şey, bilimsel araştırma çalışmalarının çerçevesinin doğrudan veya dolaylı yollardan endüstriyel şirketlerin belirlediği ölçütlere göre çizilmesi. Bilimin endüstriyel faaliyetler ile ilişki içerisinde olması her zaman kötü bir şey değil, bunu kabul ediyorum ve bu işbirliğinin gerekli olduğu durumlar da var elbet. Ama burada kastettiğim şey akademik faaliyetin ve nihayetinde bilimin bir ‘iş kolu’ haline dönüşüyor olması. Bu anlayışın özünde bilime, genelde ise bu gezegendeki hayata çok zarar verdiğini düşünüyorum. “Bilim ilerliyor, teknoloji gelişiyor ve nihayetinde huzurlu bir gelecek bizleri bekliyor; ufak tefek sorunlar var, ama bilim ve teknoloji biraz daha ilerlerse onları da kesin çözeriz”; dön dolaş özünde bu temaları barındıran hikâyeleri dinliyoruz. Bilim ‘olan’ üzerine bir düşünmedir; ‘olması gereken’ üzerine değil denir. Yani buna göre etik bilimsel çalışmaların yönünü tayin edici unsurlardan biri olamaz. Ancak ‘olması gereken’ üzerinde hiç durmayan, durmaması gerektiği vurgulanan bir bilim anlayışının ‘olacak olanları’ belirleme gücüne sahip olmasında etik bir öz yok mu? Etiği dışlayan bir bilim anlayışının son derece kıyıcı ve tahripkar bir etik anlayışına sahip neoliberal iktisat politikalarıyla uzun zamandır haşır neşir olmasında bir tuhaflık yok mu? Çevre kirliliği, küresel ısınma, biyolojik çeşitlilikteki gün be gün artan azalma, doğal kaynakların giderek kıtlaşması, yoksulluk, açlık sorunu… hepsi aşılabilir sorunlar gibi algılanıyor, algılatılıyor; oysa mevcut tavrımızda radikal bir değişiklik olmazsa bu sorunlar aşılabilir değil hayatı aşındıran sorunlar olacak. Yarının dünyası diye bir şey olmayacak.

-------------------------------------

1 Bilim hakkında eleştirel düşünme çerçevesini genişletmek isteyen herkesin Ayrıntı Yayınları tarafından Ayşe Güren çevirisiyle yayımlanan kitabını okumasını tavsiye ederim. Annie Thébaud-Mony’nin kendisine verilen Légion d’honneur nişanını reddetme gerekçesini okumak da günümüz biliminin nasıl işlediği hakkında epeyce bilgi veriyor. İlgili link: http://birdirbir.org/is-cinayetleri-ve-legion-dhonneurun-reddi/

 

Yazarın Diğer Yazıları

T24'e veda

Bir okur olarak kuruluşundan bu yana beğeni ile izlediğim T24’ü izlemeye elbette devam edeceğim. T24\'e artık yazmayacağım

Küçükken sahipsiz çocuk, büyüdüğünde tutuklu öğrenci

Çocuklarını seven bir toplum muyuz? Ne onlar büyürken sağlıklarını önemsiyoruz, ne de büyüdüklerinde. Yapılan açıklamalara göre öğrenim görürken tutuklanan öğrenci sayısı altı yüz civarında

İşçi ölümleri kader mi?

6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun bazı hükümlerinin yürürlüğe girme tarihinin ertelenmesini öngören bir yasa teklifi şu an Mecliste görüşülmeyi bekliyor