27 Şubat 2015

Sakat bedende gizli deha

Canavar görünümündeki bir erkeğe, sırf içindeki, beyni ve yüreğindeki güzellik ve zenginliği görerek aşık olmak nasıl bir duygu?

HER ŞEYİN TEORİSİ  (The Theory of Everything)  X X X 1/2

Yönetmen:  James Marsh
Senaryo: Anthony McCarten
Görüntü:  Benoit Delhomme
Müzik: Johann Johannsson
Oyuncular: Eddie Redmayne, Felicity Jones, Charlie Crox, Harry Lloyd, David Thewlis, Alice Orr-Ewing, Emily Watson, Simon McBurney/ Universal (UİP) filmi 

 

 

1940’ların savaşın kaderini değiştiren İngiliz bilim adamı Alan Turing’in şaşırtıcı öyküsünden hemen sonra (Enigma), sıra 1960’lardan beri hayatımızda olan, yine İngiliz bir diğer bilim dehasının öyküsünde... Fizik alemini zekası, sezgisi, inadı ve çabasıyla radikal biçimde değiştiren sakat ve hasta ünlü Stephen Hawking.

Hawking’in mutlu sayılabilecek bir çocukluğu, üniversite yıllarında ise ünlü Cambridge’de parlak bir eğitim başlangıcı var. Sarsak hali ve çekingen tavırlarına karşın (belki de bu yüzden!), güzel ve başınabuyruk Jane’in ilgisini çekiyor, flört başlıyor ve ardından evlilik geliyor…

Bu arada Stephen, dünyanın yaradılışı, zamanın göreceliği ve küremizin akibeti gibi sıradan (!) konularda Eisenstein’dan sonra en radikal önerilerde bulunarak parlak bir öğrenci oluyor. Ve ülkece (giderek dünyaca) hayranlık topluyor.

Ama tam 21 yaşında, o menhus hastalık baş gösteriyor. ALS de denen ‘motor nöron’ hastalığı. Merkezî sinir sisteminde, omurilik ve beyin sapı adı verilen bölgede motor sinir hücrelerinin (nöronlar) kaybından ileri gelen, beyin ve belleği etkilemese de kaslarda erimeye yol açan bu hastalık. Ki Çin lideri Mao Ze Tung’dan ünlü aktör David Niven’e, caz ustası Charlie Mingus’tan beyzbol ilahı Lou Gehrig’e çok ünlüyü de pençesine alıp götürmüş.

Ve Hawking’e sadece iki yıl ömür biçiliyor. Ama o günümüze dek (72 yaşında) yaşamayı başarıyor. Sağlığı giderek bozulsa, ağzı burnu çarpılsa, konuşması homurdanmaya dönse, gözleri kaysa da...Ve görüşleriyle insanlığa yeni ufuklar açıyor.
Ama özel hayatı gitgide batağa saplanıyor. Üç çocuğa rağmen, eşinin sabrı tükeniyor, mutluluğu bir başka erkekte aramaya başlıyor. Ünü giderek artan Hawking ise, sonunda onca kalabalık içinde yalnız kalıyor.

Son dönemin biyografik filmleri ne kadar farklı ve çarpıcı olmaya başladı!... Irak’taki Amerikan keskin nişancısından Turing veya Hawking gibi bilim adamlarına...Filmler de, ele alınan kişilerin ayrıksı olduğu oranda, öylesine farklı oluyor.
Bu ilginç film, çağımızın kimi zaman medyaya yansıyan resimleri veya TV görüntülerinden tanıdığımız çok özel bir kişisine kapsamlı biçimde eğiliyor. Gerçi Hawking, kuantum fiziğinden modern matematiğe bizim için yabancı olan alanlardaki görüşleriyle yine bir muamma olmayı sürdürüyor. Filmden sonra da!... Ama en azından  insan olarak yaşadığı acıklı serüveni tüm yoğunluğuyla hissediyoruz.

Bu açıdan film, en çok aykırı bir aşk filmi olarak etkileyici. Canavar görünümündeki bir erkeğe, sırf içindeki, beyni ve yüreğindeki güzellik ve zenginliği görerek aşık olmak nasıl bir duygu? Ve bu aşkı yıllar boyu sürdürmek, o ‘ucube’den üç de çocuk yapıp büyütmek? Bu açıdan film Hawking’in olduğu kadar Jane’in de hikâyesi.

Yine bu nedenle, bu belki bu yılın en çok oyuncularına dayanan filmlerinin başında geliyor. İngiliz aktörü Eddie Redmayne, gerçekten de zor bir işi başarmış. Ve Oscar’ın hep hasta ve sakatları oynayan oyuncuları ödüllendirdiği gibi saçma bir suçlamayı aşarak, bu yılın büyük rekabeti içinde aldığı ödülü hak etmiş.

Aynı şey, yine Oscar adayı olan Felicity Jones için de rahatlıkla söylenebilir. Onunkisi çok daha sade bir rol tarzına dayalı olsa da...

 

40 yıllık aşkı sürdüren eşcinsel çiftin öyküsü

 

AŞK BAŞKADIR   (Love is Strange)    X X X 

Yönetmen:  Ira Sachs
Senaryo: I. Sachs, Mauricio Zacharias
Görüntü:  Cristos Voudouris
Oyuncular: Alfred Molina, John Lithgow, Marisa Tomei, Tatyana Zbirovskaya, Olya Zueva, Darren Borrows, Charlie Tahan, Eric Tabach, Cheyenne Jackson/ Amerikan filmi 

 

Küçük, iddiasız ve bağımsız bir yapım, onca gösterişli filmden daha çok ruhumuza işliyorsa, bu yalnız parayla, büyük bütçeyle ve bir star ordusuyla iyi film yapılmadığına, söyleyecek bir şeyi olan ve bunu en iyi biçimde söyleyen bir küçük  filmin de iyiler arasına girebileceğine sağlam bir kanıt değil mi?

New York’lu bir çift, Ben ve George, evlenirler: sade, ama eğlenceli bir törenle... Bu farklı bir evliliktir: öncelikle tam 39 yıllık bir beraberlikten sonra gelmektedir. Bunca gecikmeleri ise, onların eşcinsel bir çift olması ve resmi olarak evlenebilmek için ABD yasalarında yapılan değişikliği bunca yıl beklemeleri yüzündendir.

Ama törende hüküm süren eğlence havası çabucak bozulur. Aslında sadece ekonomik nedenlerle....Çünkü 71 yaşındaki Ben, tam o sıralarda ders verdiği okuldaki işinden çıkarılır: okulun geçirdiği mali bunalım nedeniyle...Müzisyen ve müzik hocası George ise, katolik okulun perde arkasındaki yöneticisi olan rahibin bu evlilik olayını öğrenince geçirdiği şoktan sonra işini kaybeder.

Ve aniden bozulan durumları içinde, evlerini satıp geçici olarak yakınlarına sığınmak zorunda alırlar. Böylece ayrılır ve farklı evlere geçerler. Ama düne kadar onca sıcak gözüken tüm o dostluklar ciddi bir sınava girer. Çünkü, bu yeni konukları o küçük ve kalabalık New York dairelerinde ağırlamak, kimse için kolay iş değildir.

Dediğim gibi, alabildiğine sade ve içten bir film bu...Ne aşırı duygusallaşıyor, ne de kaba komediye sapıyor. Herşey o büyük metropoldaki doğal akan yaşamın ve çağdaş ileri toplum düzeninin bir parçası olarak sunuluyor. Bu tablo içinde elbette sınanan dostluklar,  önlenemez çatışmalar, kuşaklar-arası sürtüşmeler, gereksiz  kıskançlıklar da vardır.  Ama sonunda herşeyi yöneten hayatın kendisi değil midir?

Belki filmin sadeliği kimilerinde bir TV filmi etkisi yaratacaktır. Ama bu batılılar için: bizde öyle bir alan mı kaldı? O bitmek-tükenmek bilmeyen dizilerin esareti altında!...

Oyuncular ise filmin baş kozlarından... İkisini de özlediğimiz, milliyetlerinden yaşlarına ve oyun tarzlarına çok farklı iki oyuncu, John Lithgow ve Albert Molina çok iyiler. Onlara yine kaç zamandır gözükmeyen Oscar’lı Marisa Tomei ve genç kuşaktan yüzler katılıyor. Ve bu şamatayı eğlendirirken güldüren bir deneyime dönüştürüyor.

Yarın: Sekiz Saniye

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sinemanın unutulmuş bir yan dalına görkemli dalış

Dublör, belki biraz fazla uzun; ama görmeye değer bir yapım

Hıristiyanlık temeli üzerine bir gerilim

Immaculate'nin ilginç oyuncuları ve kimi kolay unutulmayacak birkaç sahnesi de var

Afyon'da müzik, dostluk ve siyaset günleri

Hepsi artık benim kolay unutulmaz anılarım arasında girdiler ve öyle kalacaklar