05 Temmuz 2014

Livaneli ile iki gece: Bir konser, bir ödül töreni

Karşımıza gelen, alaturkayla cazın, klasikle sufi müziğin özgün bir bireşimiydi.

Zülfü Livaneli’yi sever misiniz? Sevmeyenler olabilir: başarının genelde kıskanıldığı ve verimliliğin adeta aforoz edilme nedeni olduğu bir ülkede...Ya da kimi farklı ve daha kişisel nedenlerle...

Ama ben severim. Belki her yaptığını değil...Ama büyük çoğunluğunu... Nitekim geçen Perşembe akşamı Fransız konsolosluğunda, Fransa’dan aldığı Legion d’Honneur nişanının kokteylinde buluştuğumuzda şöyle dedi: “Sen beni eleştirdin de...O Şahmaran filmi için yazdığın yazıda mesela”. Ama hemen sonrasında, o filmi kendisinin de beğenmediğini söyledi ve de bunca yıldır yazdığım birçok yazı için teşekkür etti. 

Zülfü’yü 70’lerde tanımış, 12 Eylül sonrasında ülkeye gelemediği yıllarda, örneğin Berlin’de bir kilisede verdiği konseri izleyip yazmıştım. Yıllar yılları izledi. O şimdi 14-15 CD’yi bulan eşsiz besteci ve yorumcu çabasıyla, hep çok satan düzeyli romanlarıyla (toplam 15 kitap) ve dört filmiyle, kültür hazinemize büyük katkılarda bulundu. Hemen hepsini izledim, dinledim, okudum ve de kimilerini yazdım. Pek sevmediğim romanları oldu, ama Mutluluk beni mest etmişti. Abdullah Oğuz tarafından yönetilen filmi de...O filmi de, bizzat yönettiği Sis adlı siyasal filmi de geçenlerde çıkan 100 Yılın 100 Türk Filmi kitabıma aldım.

Ayrıca son romanı Kardeşimin Hikayesi’ni öyle sevdim ki, belki ilk kez oturup bir roman eleştirisi yazdım. Ve onu da Radikal-Kitap lütfedip yayınladı. Bilmiyorum, tüm bunlar beni bir Zülfü Livaneli hayranı yapar mı? Koşulsuz bir hayran değil belki, ama iyi bir takipçi ve sıkı bir dost yapar sanırım..

Bu yazının nedeni, son günlerde iki kez üstüste birlikte olmamız. Önce geçen Çarşamba, Sirkeci’deki Sepetçiler Köşkü’nde, tehditkar bulutlarla kaplı, hiç görmediğim kadar etkili bir gökyüzü manzarası önünde verilen ve Livaneli’nin bestelediği Rumi Suite- The Eternal Day Konseri. Livaneli bu en son müzial çalışmasını Mevlana’nın şiirlerine dayandırmış. “Mesnevi’yi, Fihi Ma Fihi’i ve çeşitli şiir çevirilerini en az birkaç kez okumuş olmama rağmen, Rumi’nin çağlar ötesine geçen söz kudretini anlamam İngilizce çeviriler sayesinde gerçekleşti” diyen Livaneli, bu yüzden büyük felsefecenin bugün New York veya Londra aydın çevresini onca etkilediğini yazıyor.

Sonuç olarak özenle seçilmiş Mevlana şiirleri, Livaneli kitaplarını Farsça’ya çeviren Muhammed Seyfi Ala ve kızı Aylin Livaneli’nin ortak çabasıyla Farsça’dan İngilizce’ye özenle aktarılmış. Yapıtın tümü (hatta adı bile!) İngilizce, ama araya konan ve şiirleri Türkçe olarak okuyan Genco Erkal ve Çetin Tekindor görüntüleri, derin ve ayrıca güncel kalmış anlamları bize dek ulaştırıyor.

Müziğe gelince...Livaneli’nim deyimiyle bu bir ‘fusion’ müziği. Yani bir sentez. Piyano, trompet, ney, kontrbas, vuruşlu çalgılar ve bir de (hanım) caz şarkıcısından oluşan altı kişilik bir grup çaldı: Alman Henning Schmiedt Ensemble’a eklenen ney icracımız Burcu Karadağ.

Karşımıza gelen, alaturkayla cazın, klasikle sufi müziğin özgün bir bireşimiydi. İki bölüm, içerdikleri ve leit-motiv gibi dönüp gelen melodileriyle sanırım çok sevilecek. Eseri tümündeyse şaşırtıcı düetler görüldü, dinlendi: piyanoyla neyin, şarkıcıyla trompetin...Ya da o çılgın  trompet solo veya, belki eserin zirvesi; piyano, flüt, trompet ve şarkıcı Romy Kamerun’un dörtlü şöleni.

Livaneli özgün bir eser yaratmış. Belki bir buçuk saate yakın yapıtın, Mevlana’ya daha yakışır biçimde sufi müziğe baş köşeyi vermemesini eleştirenler olacaktır. Ama ben, bir caz tutkunu da olarak, bu modern, cüretkar, deneysel, Mevlana’nın hep yeni ve çağdaş kalan yanını da iyi belirten tavrı sevdim. Zülfü’yü ve tüm projeyi kutluyorum. Berlin’de açılışını yapan eser, sanırım tüm dünyayı dolaşacak.

Bir akşam sonra da Palais de France’da, Zülfü’nün ödül töreninde buluştuk. Konseri de izleyen Fransız büyükelçisi, ‘türkofon’ dostumuz Laurent Bili, tümüyle Türkçe yaptığı uzun konuşmasında, Livaneli’nin yaşamını özetledi ve eserlerini övdü. Şu dönemde bize ve kültürümüze böylesine yakın bir büyükelçi, elbette bir şanstır.

Zülfü ise Fransa’nın geçmişte Legion d’Honneur nişanı verdiği Türkler arasında bulunan iki Kemal’i andı: Mustafa Kemal ve Yaşar Kemal (ki törene katılmıştı). 1984’de Fransa’da Yaşar Kemal’in ödül törenine katıldığında, 30 yıl sonra bu ödülü alacağını hayal bile etmediğini söyleyen Livaneli, Türkiye’nin yüzünü Batı’ya dönme serüveninin aslında 250 yıllık bir geçmişi olduğunu ve bunun için de “tüm sanatçıların ikinci vatanı” olan Fransa’yı seçtiğini hatırlattı.

Ve de ünlü Fransız yazarı Georges Duhamel’in ünlü bir cümlesini yineledi: “Türkiye batılı ülkelerin en doğulusu, doğulu ülkelerinse en batılısıdır”.  

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sinemanın unutulmuş bir yan dalına görkemli dalış

Dublör, belki biraz fazla uzun; ama görmeye değer bir yapım

Hıristiyanlık temeli üzerine bir gerilim

Immaculate'nin ilginç oyuncuları ve kimi kolay unutulmayacak birkaç sahnesi de var

Afyon'da müzik, dostluk ve siyaset günleri

Hepsi artık benim kolay unutulmaz anılarım arasında girdiler ve öyle kalacaklar