Gündem

Ali Bulaç'a göre, siyaset ne yaparsa cemaatlerin devlet içinde örgütlenmesine gerek kalmaz?

"Cemaatler siyaseti denetlemeli ama asıl fonksiyonları hükümeti bir karara zorlamak değil, toplumu ahlakî, manevî ve sosyal olarak takviye etmek olmalıdır"

23 Ağustos 2014 16:36

Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, “Siyaset sosyolojidir. Batı’nın sosyolojisi sınıflara, bizde dinî ve kimliklere dayanır. Cemaatler dinin, mezhebin ve farklı kimliklerin hayatiyetini sağlar; cemaat yoksa din de yoktur, çünkü ferd-i vahid bireyin amorf toplum veya mutlak iktidar devlet karşısında dinini koruması mümkün değildir. Bu yüzden siyasetle yönetime geçenler karar alırken toplumsal grupların fikrini ve rızasını almak zorundadırlar” dedi.

Bulaç, “Devlet hukuku referans alır, hukuk da bir kişinin otoritesiyle iş gören meclisin kanunlarından ibaret değildir. Meclisin kanunla değiştirmeyeceği hukuk çerçevesi olmalı. Siyaset cemaatleri müzakereye katarsa cemaatlerin devlet içinde kurumsal olarak örgütlenmelerine mahal kalmaz. Devlet bütün cemaatler karşısında eşit mesafede durmalı; onları kendi beyanları ve konumlarıyla kabul etmeli; kayrılmış bir cemaat veya Diyanet’e göre resmî din görüş edinmemeli” görüşünü dile getirdi.

Ali Bulaç’ın Zaman gazetesinin bugünkü (23 Ağustos 2014) nüshasında yayımlanan, “Cemaat, toplum ve siyaset” başlıklı yazısı şöyle:

 

"Cemaat, toplum ve siyaset”

 

Ömer Lekesiz Bey’in soruları üzerine açtığımız faslın sonuna gelmiş bulunuyoruz.

Benim şahıslar ve olaylar üzerinden anlatmaya çalıştığım, genel küresel gidiş ve elbette İslamî sosyo-politik idealler çerçevesinde mevcut durumu doğru anlamaya, açıklamaya ve sağlıklı bir kavramsal çerçeveye oturtmaya çalışmaktır. Ne Hizmet’i haksızca kayırır, ne AK Parti’yi haksızca eleştiririm. Referans aldığım kavramsal çerçeve şu öncüllere dayanmaktadır:

1) Modernlikten postmodernliğe doğru giderken temeldeki sosyolojik değişme “monolitik toplum”dan “çoklu cemaatler”e doğrudur. Bu, toplumun dağılacağı anlamına gelmez, şemsiye olacağı fikrini ima eder. Bu değişmede aktör devlet değil, toplumdur.

2) “Büyüme”ye endeksli” artan ekonomik faaliyet ve sağlıksız kentleşmeye paralel, siyasetin omurgasını orta sınıflar oluşturmaktadır. Orta sınıf müzakereci ve katılımcı demokrasiyi öne çıkarıp zaruri kılıyor. Ancak baskı ve çıkar grupları, popüler liderler, demagoji ile bilim-teknoloji ve medya desteğinde inşa ettikleri algı operasyonlarıyla demokrasiyi yozlaştırabilirler. Müzakereci ve katılımcı demokrasi başarılamazsa parçalanma ve iç çatışma kaçınılmazdır.

3) Bu durum “demokrasi teorisi”ni yeniden kritik etmeyi gerektirir. Söz konusu kritiği sırtını AB üyeliğine ve değerlerine veya liberal teoriye dayamış pragmatik sosyal Müslümanlık yapamaz, fikrî İslamcılar yapabilir ancak. İslamcılar da, hangi makul sebeple AK Parti’yi destekliyor olurlarsa olsunlar, zihinlerini günün siyasetinden ve parti blokajından özgürleştirmedikçe bu kritiği yapamazlar. İslamcı veya muhafazakâr yazarlar derin okumalar yapmıyor, günün siyasî rüzgârına kapılmış gidiyor.

4) Yeni sosyo-ekonomik durum, küresel maddî gelişme: a) “Yatay diyalog ve müzakere”yi zorunlu kılıyor. Söz konusu diyalog ve müzakere dinî, etnik, mezhepsel ve laik cemaatler/gruplar arasında olmak durumundadır. b) “Dikey müzakere” söz konusu toplumsal gruplarla devlet arasında olmalı. Bu hem devleti mümkün mertebe gayrişahsi aygıt olmaktan çıkarmaya, hem karar mekanizmaları ve karar süreçli üzerinde etkili olmaya matuf olmalıdır. Bu sayede devlet dönüşür; cemaatlerden müteşekkil toplum siyaset yapmaya başlar. Aksi halde verili demokrasi “çoğunluk ve millî irade” referanslı giderek otoriter ve totaliter hüviyete bürünmektedir. Nihai ve ideal hedef “devlet”ten “siyaset”e yönelimi canlı tutmaktır. Devlet belki yok olmayacak ama toplumun gerçek aktör olduğu siyaset öncelenecek, siyaset de “zer-u zor-u tezvir”in ahlaksız alanı değil, “yönetim (imaret)” merkezli yürütülecektir ki, bunun en basit formu “Üç kişi yolculuğa çıkarsanız birinizi başınıza emir seçin” ilkesidir. Seçilen emir eşitler içinde birincidir, kutsal, aşkın mahiyeti yoktur; üç kişinin üstünde konulmuş kurallara uymak ve istişare ile emir vermekle yükümlüdür sadece.

Siyaset sosyolojidir. Batı’nın sosyolojisi sınıflara, bizde dinî ve kimliklere dayanır. Cemaatler dinin, mezhebin ve farklı kimliklerin hayatiyetini sağlar; cemaat yoksa din de yoktur, çünkü ferd-i vahid bireyin amorf toplum veya mutlak iktidar devlet karşısında dinini koruması mümkün değildir. Bu yüzden siyasetle yönetime geçenler karar alırken toplumsal grupların fikrini ve rızasını almak zorundadırlar. Devlet hukuku referans alır, hukuk da bir kişinin otoritesiyle iş gören meclisin kanunlarından ibaret değildir. Meclisin kanunla değiştirmeyeceği hukuk çerçevesi olmalı. Siyaset cemaatleri müzakereye katarsa cemaatlerin devlet içinde kurumsal olarak örgütlenmelerine mahal kalmaz. Devlet bütün cemaatler karşısında eşit mesafede durmalı; onları kendi beyanları ve konumlarıyla kabul etmeli; kayrılmış bir cemaat veya Diyanet’e göre resmî din görüş edinmemeli.

Elbette bir cemaatin eşitsiz ve orantısız olarak devlet bürokrasisini ele geçirmesine izin vermemeli, her cemaat üyesini liyakat ve ehliyetine göre istihdam edebilmeli; eğitimi sivilleştirmeli; her cemaat eğitim faaliyeti verebilmeli. Dindar nesil yetiştirmek devletin işi değil, cemaatlerin işidir. Cemaatler siyaseti denetlemeli ama asıl fonksiyonları alternatif siyasî güçler sıfatıyla sorumluluk üstlenmiş hükümeti bir karara zorlamak veya manipüle etmek değil, toplumu ahlakî, manevî ve sosyal olarak takviye etmek olmalıdır.