07 Ekim 2016

Renklerin, seslerin, kimliklerin ölümü

Zaman iyice daralmıştı. Önce, son kalan sesler sustu. Renkler çoktan solmuş, her şey beyazdan griye dönüşmüştü bile.

Renkler!

Birer birer ölmeye başladılar.

Hayata rengini veren, iç içe geçen, birbirine karışan, örtüşen bütün renkler.

Tamamı, beklenen, o akıl almaz, büyük dağılmanın habercisi gibiydi.

Zerrecikler ansızın ağırlıklarını kaybetti.

Kendini durmaksızın yineleyen kısır bir zaman döngüsü içerisinde soğuk, ıssız, bulanık bir hiçliğin içine doğru ağır ağır düşmeye başladılar.

Kırmızılar turuncuya, turuncular sarıya, sarılar yeşile doğru hücum etti; yeşiller maviye, maviler çivit mavisine, bu sonuncusu da menekşeye doğru…

Hiçbiri bir diğerine üstün gelemiyordu.

Sınırlar giderek belirsizleşiyor, biri diğerinin içine geçiyor, koyu renkler donuklaşıyor, açık olanlarıysa görünmez oluyorlardı. 

Tam ve mutlak bir çözülme haliydi bu!

Niceliğin bu kadar seyrekleşip niteliğin böylesine azaldığı bir iklimde, gün geldi sokaklar da renk vermez oldu.

Yüzlerin, gözlerin, tenlerin rengi değiştikçe acıma, üzülme, sevinme gibi duygular zayıflıyor, anlamını kaybediyordu. Zamanla, sokakların hemen her gün şaşıran, heyecanlanan, umut eden, hayrete düşen, ağlayan, gülen yüzü yerini, anlamsız, donuk, sarımsı kalabalıklara bıraktı.   

Okul tabelalarında, yazı tahtalarında, kitap kapaklarındaki renkler dahi silinmeye başladı.

Aynı renkten kâğıtlara, aynı renkten mürekkeple yazılan bildirilerin hükmü kalmamış, matbaalarda basılmaz, gazetelerde okunmaz olmuştu.

Gecekondu semtlerinin, kenar mahallelerin, okul sıralarının eski zamanlara ait yarım kalmış aşklarını, umutlarını, heyecanlarını anlatan bütün duvar yazıları solmuştu.

Cümleler giderek daha da kısalmış, sözcüklerin sayısı azalmış, heceler düşmüş, konuşmalar yarım kalmıştı. Kimi seslerin ve harflerin ne kadar gereksiz, hatta tehlikeli olduğu üzerine tartışılmalar bile yapılıyordu. .

Renkler, iyiden iyiye kendileri olmaktan çıkmış, asıllarından uzaklaşarak çürümeye başlamış, eski canlılığını yitirip silikleşmişti.

Aslını kaybeden hemen her şey daha çok birbirine yaklaşma, yeni bir duruma alışma, aşırı bir beyazlaşma halindeydi…

En sonunda canlı ya da cansız, hareketli ya da hareketsiz, sesli veya sessiz, gözün gördüğü hemen her şey, üzeri ölü toprağıyla örtülmüş, duygularını yitirmiş, heyecanını kaybetmiş bir sükût içinde donuk, mat, kirli bir beyazın içine hapsoldu...

*  *  *

Sesler!

Giderek silinmeye başladılar.

Önceleri sadece kısılıyordu. Kısılıyor, ince, cılız, anlaşılması güç bir gürültüye dönüşüyor, bir süre sonra duyulmaz oluyorlardı.

İnce, cılız, duyulmaz olanların dışındakilerse, geride kalanlardı. Onların payına ancak birbirine benzemek düşüyordu. Öyle ki, ileride bunları birbirinden ayırt etmek bile mümkün olmayacaktı.

Zaman ilerledikçe, aynı olmaya başlayan sesler birbirine daha çok yaklaşıyor, şaşılası bir uyumla, hep bir ağızdan, koro halinde çıkmaya başlıyordu.

Bu koronun sesi, kalabalıkları derinden derine coşturup gönüllerini fethediyordu. Gönülleri fethetmekle kalmıyor kentleri, kasabaları aşıyor, sokakları ve meydanları dolaşarak biteviye yapılan tekrarlar halinde, dinleyenin kalbini ve ruhunu okşayan mukaddes, ulu bir sese dönüşüyordu.

Önceleri kulağa hoş gelen bu ses, zamanla birleşip kalınlaşıyor, nihayetinde birbirine benzeşerek aynı notalara sahip, aynı perdeden çıkan, aynı tonları kullanan, ünsüz harfleri bile kendine çok gören şaşmaz, yanılmaz, tek bir ses haline geliyordu. Gittikçe daha üst perdeden çıkan, ürkütücü, kalın, tok bir ses!

Bu kalın, tok ses artık her şeyin sahibiydi.

Bütün sesleri bastırıyordu.

İnsana, toprağa, suya, ağaca; bütün bir börtü böceğe ait sesleri...

Rüzgârın uğultusunu, böceklerinin ötüşünü, okul çocuklarının şarkılarını; binbir çeşit enstrümanın melodisini, birbirine cilve yapan kuşların cıvıltısını, kendi yatağında derelerin şırıl şırıl akışını...

Artık güçlükle çıkabilen ince, cılız, zayıf sesler duyulmaz olmuştu. Her yerden, o bildik, üst perdeden, kalın, tok sesin ünlemesi işitiliyordu.

Issız dağlardan, çırılçıplak tepelerden, kupkuru ovalardan; tıka basa kalabalıklara boğulmuş şehirlerden, yolu izi bulunmayan köylerden, gününü gün etmekten başka derdi olmayan, umursamaz tatilcilerle dolup taşan sahillerden…

Sayısız radyo ve televizyon kanalları, her yaştan öğrencinin gittiği okullar, anlı şanlı üniversiteler, camiler ve minareler sabah akşam hep bu sesle çınlıyor; insanlar bu sese kulak veriyor, aynı sesi dinliyor ve tekrarlıyor, güne bu sesle başlayarak geceleri bu sesle uyuyorlardı...

*  *  *

Kimlikler!

Biteviye parçalanıyordu.

Sınırsız bir nefretle hükmetmenin, hadsiz, hesapsız bir şiddetle bastırmanın karşısında susuyor, silikleşiyor, kayboluyor, zamanla unutuluyorlardı.

Ne kadar zorlansa da, ne kadar ısrar edilse de, ne kadar bastırılsa da, yine de hiçbir kimlik, hiçbir zaman, hiçbir suretle bir diğerinin yerini alamıyordu.

Böyle olunca, bütün bir tarihle gelenler, şehirleri yapanlar, yıkanlar, onaranlar, oralarda yaşayanlar, iz sürenler hepsi birden parçalanmaya, dağılmaya, ufalanmaya devam ediyorlardı.

Hemen her şey tek bir kimliğe dönüşüyor, tarihin onlara ödev olarak verdiği kutsal öğretilerin ışığı altında şaşmaz, hata götürmez, yanılmaz bir iradenin efendisi durumuna yükseliyordu.

Eğilip bükülen, bölünüp parçalanan, dağılıp ufalanan bütün kimlikler tek bir yüzün, tek bir bedenin, tek bir ruhun, tek bir ismin altında toplanıyor, çok geçmeden çelikten bir zırhın içine sokularak buradan kaya gibi dayanıklı, mermer gibi sert yeni bir kimlik yaratılıyordu.

Sayılar ve isimler mütemadiyen azalıyordu; şehirlerin sayıları, semtlerin sayıları, evlerin sayıları… İsimler bile, bu azalmadan nasibini alıyordu.

Bu yüzden çoğu şeye aynı isimle hitap etmek zorunda kalıyorlardı insanlar.

Tuhafı, sayılar ve isimler azaldıkça, insanlar da azalıyor, azaldıkça daha çok birbirine benziyorlardı.

Binalar, mağazalar, dükkânlar, alış veriş merkezleri… Bütün bunlar, değişimin bu olağan dışı, bu aykırı, ayrıştırıcı etkisinden kurtulamıyordu.

Caddelerin, yolların, durakların, bahçelerin çehreleri giderek daha çok birbirine benziyor, benzeşen ve aynılaşan bunca şeyin arasında insanlar gidecekleri yerleri bulamaz, varacakları adreslere ulaşamaz oluyorlardı.

Uzak şehirler, ıssız kasabalar, isimsiz köyler, hep susmuştu.

Meydanlar mütemadiyen küçülüyor, ormanlar eriyor, parklar azalıyor, mahalleler birbirinin üzerine yıkılıyordu. Hatta şehirlerin sayısı bile azalıyordu.

Kalanlarsa yüzlerini, zamanın o kalın, kirli perdesiyle örtüyor, gün geçtikçe zorlanan, zorlandıkça daha çok yıpranan, yıprandıkça küçülen ve iyiden iyiye birbirine benzeyen suretlerini herkesten gizlemeye çalışıyorlardı. 

Hiçbir kimlik kendi kabuğuna sığmaz olmuştu artık.

On yıllardır kabuklarının içinde sıkışıp kalanlar, yol bulamamanın, ışığa ulaşamamanın, nefes alamamanın ağırlığı altında küçülüyor, uyuşuyor, sertleşiyor, en sonunda devasa bir değirmenin çarkları arasında öğütülürcesine büyük bir hızla parçalarına ayrılıyor, ufalanıyor ve aynılaşıyorlardı.

*  *  *

Dayanılmazdı!

Sonunda şekilsiz, bulanık, amorf bir gökyüzünün altında bütün sesler, bütün renkler, bütün kimlikler toplandı, bir araya gelmeye başladı.

Toplasan, cümlesi tek bir renk, tek bir ses, tek bir kimlikten ibaret sessiz, sedasız, durgun bir kalabalıktı bu.  

İçlerinden biri Türkçe baktı…

Başka biri, çocuktu, Kürtçe sustu…

Diğeri ise kadın, Zazaca ağlamaya başladı...

Biri daha vardı, ayağa kalktı, elini göğsüne vurdu, değirmen gibi uğulduyordu, döndü, semaha durdu.

Bu kadar dünya yükü, bunca vicdan azabı ve kahır, bu ölümcül çaresizlik, bu kanlı gözyaşı, bu dinmeyen ağıt…

Çoktu!

Ne var ki artık, geride kalanların tamamı yalnızdı, bir başınaydı.

Sanki güneş, bir daha hiç doğmamak üzere batmış ve onları kasvetli, hazin, hoyrat bir karanlığın tam ortasında bırakmıştı. 

Sanırsın hepsi aynı kalıptan çıkmış, hepsi aynı çarkın dişlileri arasına sıkışmış, hepsi aynı kalın duvarların arasında hapsolmuş gibiydi…

*  *  *

Zaman iyice daralmıştı.  

Önce, son kalan sesler sustu.

Renkler çoktan solmuş, her şey beyazdan griye dönüşmüştü bile.

Gri, önce bütün tonlarına parçalandı, sonra bunlar da yavaş yavaş görünmez oldu.

Orada, geçmişten geleceğe baki kalan bütün sözlerin, seslerin, kelimelerin tarif edemediği daracık bir dehlizde sıkışıp kalmıştı zaman.

Çok parlak, gözleri kör edecek denli bir ışık demetinin apansız parlayıp sönmesine benziyordu.

Geride kalan her şey, son bir gayret, küçük de olsa bir umut, dermansız bir kıpırdanış ile her nasılsa hâlen kalmış son yaşam belirtisine sığınmaya çalıştı.

En ince damarlarında can çekişen bu son refleks, bu son hayatta kalma çabası, bitip tükenmekte olan bir şeylerle, bir daha asla geri gelmeyecek olanın umutsuz, beklentisiz, hazin bir karşılaşması gibiydi.

Sonunda bunca bölünmüşlüğün, parçalanmışlığın, dağılmışlığın dünyasında beklenen şey oldu.

Çoktandır kaybolmaya yüz tutmuş kimlikler de gitti!

İçinde bulunduğu sonsuzluk evreninde, insan neslinin payına düşen sadece küçük bir boşluktan ibaretti.

Derken, uzunca süredir bu nadide boşlukta titreşen ışık da söndü.

Ve hayat derin, renksiz, ışıksız, köksüz bir sessizliğe gömüldü…

Yazarın Diğer Yazıları

Masumluğumuzun yüzü şehirler

Liseli yıllarımın, masumluğumuzun yüzü Ardahan'dan, 45 yıl sonra masumluğunu yitirmiş bir ülkeye...

Kikuyu dilinde imza

İnsan evrimine adanan bir ömür...

Emeklinin ölüm yılı

Nasıl olsa örgütsüzler, üretim dışı kalmışlar; nasıl olsa din sosuna batırılmış vaatlerle çoktan dumura uğratılmış düşleri, kolayca gözden çıkarılabilirler. Nasıl olsa vicdanı yok sayıların, istatistikler iki dudak arasına sıkışmışlar