“...Bütün büyük adamların maiyetlerinde çalışanlara daima elbiselerini ve öteberilerini vermeleri bu yüzdendir. Roma imparatorları, krallar, büyük diktatörler hep kendileri gibi düşünsünler diye eşyalarını dostlarına hediye ederlerdi. Hatta Osmanlı hükümdarlarının, vezirlerinin kürk ve kaftan ihsan etmeleri de bu yüzden olsa gerektir. Siz, farkında olmadan tarihin büyük bir sırrını, bir çeşit psikolojik mekanizmayı keşfettiniz!”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı ünlü romanında rastladım bu satırlara. Roman kahramanının tarihin büyük bir sırrı olarak ifade ettiği bu ‘psikolojik mekanizma’ bizlerin de hiç yabancısı olmadığı bir durum. Satırları okur okumaz, bir ara özellikle sosyal medyada epeyce konuşulan ve yandaş kalemlerin üzerine yazılar yazıp, birçok anlamlar yükledikleri mavi ekoseli Erdoğan ceketi aklıma geldi. Kimler giymedi ki bu ceketi?
Hatırlamak için şöyle bir internete baktığımda, başta Ahmet Davutoğlu olmak üzere, Ali Babacan, Cemil Çiçek, Numan Kurtulmuş ve yeni başbakanımız Binali Yıldırım mavi ekoseli ceketleriyle hemen karşımda beliriverdiler. Mavi ekoseye bazı yazarların yükledikleri derin anlamlar bir yana dursun, biz daha çok, Erdoğan’la beraber o ceketi giyenlerin, yukarıda Tanpınar satırlarında da söylendiği gibi aslında sırtlarına neyi geçirdikleri veya nelerden feragat ettikleriyle ilgilenelim. Bu fotoğraflara bakılırsa, Davutoğlu çok mutlu görünüyor maviler içinde, ya Cemil Çiçek, o da ne büyük bir heyecanla giydi o ceketi kim bilir, şimdilerde ise çıkarmaya çalışıyor üzerinden. Yeni başbakanımız Binali Yıldırım’ın da fotoğrafı var mavi ekoseliyle, o ceket sırta geçirilmeden başbakan olabilmek zaten nasıl mümkün olabilir ki?
Ceketi en son olarak, geçen hafta, “oluk oluk kan akıtmakla” ünlü Erdoğan’ın en ateşli hayranlarından Sedat Peker’ın mafyacı kardeşi Vedat Peker’in üzerinde gördüm. Fotoğrafta, mavi ekoseli ceketiyle, Ayvalık’ta, CHP’li belediye başkan yardımcısıyla şen şakrak bir açılış yapıyordu.
Adını doğru koyalım, yaşadığımız süreç, bizi tek kişi idaresine dayalı bir diktatörlüğe doğru götürmektedir. Bu tip diktatörlüklerde, iktidarda olmanın olanaklarıyla sağlanan güç, bir tek elde toplanır ve bu gücün dışında, farklı şeyler söyleyen bütün sesler, kurumlar, yapılar devre dışı bırakılır. Var olan sistem işlemez hale getirilip, her şey iktidarın kişisel gücünü artıracak şekilde düzenlenir. Güç bu boyutlarda tek bir elde toplandıkça, diktatör kaçınılmaz bir şekilde daha da yükselir ve geniş kitlelerin gözünde ilahlaşır, özellikle de en aşağıda kalan kesimler, kendisine çeşitli kutsiyetler, olağanüstü güçler yüklerler, bağlılık ise, tutkulu bir itaate dönüşür. Yakın çevrede yer alan, bir zamanlar birlikte çalışılan yol arkadaşları, aynı zamanda olası rakipler olarak görüldüklerinden, en küçük bir kıpırdanışlarında, olabilecek en sert şekilde iktidardan uzaklaştırılıp cezalandırılırlar.
Tanpınar’ın sözünü ettiği “psikolojik mekanizma”, iktidardan az da olsa pay alabilmek, onun olanaklarından yararlanabilmek adına bütün yönleriyle çalışmaya devam ediyor. Kişi güce yakın olmaktan dolayı sağlayacağı maddi-manevi olanaklar uğruna kutsadığı şeyle özdeşim kurabilmek, onunla bir şekilde yakınlaşmak, ondan bir parçaya sahip olmak istiyor. Onun da olduğu bir fotoğrafta yer almak, onun giydiği ceketi giymek, onunla aynı yerde olmak, onun geçtiği yoldan geçmek vb. herhangi bir şey bu özdeşleşmeyi kolaylaştırıyor. İran’dan İmam Humeyni’nin cenazesini hatırlayalım, kitleler, milyonlarca insan onun kefeninden bir parça almak, ona dokunabilmek için cenazenin gömülmesini engellemiş, yetkililer Humeyni’nin naaşını defalarca yeniden kefenlemek zorunda kalmıştı. Aynı şekilde Stalin’in cenazesindeki gözyaşı selini ve kalabalığı da hatırlayabiliriz.
Bu özdeşleşme, her zaman, güç sahibinin, fiziki varlığıyla, eşyalarıyla sağlanmak zorunda değildir. O’nun söylemini tekrar etmek, onun vurgularıyla konuşmak, onun gibi davranmakla da gerçekleşmektedir.
Bugün gündemi izleyebilmek için sadece Erdoğan’ı dinlemek yeterlidir. O konuştuktan sonra, protokol sırasıyla başbakan, Ak Parti ileri gelenleri, milletvekilleri, valiler, köşe yazarları ve toplumun en alt basamaklarına kadar uzanan iktidar halkaları aynı şeyleri tekrar etmektedirler. Ayrıca tek tek onları dinlemenize gerek yoktur. O konuşunca herkes susuyor, devletin bütün kurumları, hakimi, savcısı, rektörü hepsi duyduklarını emir telakki edip harekete geçiyorlar. O sustuğunda da bu sefer onun diliyle konuşan gazeteler, televizyonlar devreye giriyor. Terör diyor, terörist diyor, paralel diyor, dokunulmazlık diyor, aydın diyor, kadın diyor, istediği gibi yağıp gürlüyor.
İşin kötüsü Erdoğan gücünü pekiştirdikçe kendisine yeni ortaklar da buluyor. İktidar, gözlerimizin önünde, derin devlet, Ergenekon ve darbecilerle, onlara özel çıkardığı ‘af’la güçlü bir ittifak sağladı. Eskinin borulu genelkurmay başkanı Başbuğ’un son açıklamalarına bakılırsa, onun da mavi ekoseli ceketi sırtına geçirdiği anlaşılmaktadır.
Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt sorununda AKP, MHP ve CHP’nin Erdoğan’dan farklı bir düşüncesi yoktur. Hepsinin ceketi mavi ekoselidir. Dokunulmazlıklar kaldırılırken bu açıkça görülmüştür. Bugün Erdoğan oturduğu koltuğunu, Kürt sorununda savaşın düğmesine basıp, eski “kökünü kazıyacağız, kan, bayrak, şehit” söylemine geri dönerek geniş kitleler üzerinde yarattığı korkuya ve ülkenin bir anda savaş ortamına sokulmasına borçludur. Bunun bedeli ise daha çok kan, ölüm ve gözyaşı, tankla topla yıkılmış şehirler olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Bu konuda ne yazık ki iktidar tek başına değildir. Erdoğan’a en sert muhalefet yürüttüğünü düşünen siyasi çevrelerin de geldiğimiz bu noktada büyük sorumlulukları vardır. Onların da ceketi mavi ekoselidir.
Almanya Parlamentosu’nun, Ermeni Soykırımı’nı tanıyan son kararına tepki vermek için HDP dışındaki siyasi partilerimizin tutturdukları dil ve giriştikleri işbirliği ise bu durumun en son örneğidir.
Sonuçta Erdoğan’ın mavi ekoseli ceketinin belli bir cazibesi var ve bu cazibe, bazılarını kolayca fabrika ayarlarına döndürebilmektedir.