10 Kasım 2018

Atatürk, cesarettir

Bugün içerisinde nefes alıp verdiğimiz sosyopolitik iklimde Atatürk sadece “Atatürk” değil, fakat bir “yaşam biçimi”dir

Bu toplumda Atatürk’e övgü ve yergi arasında bir başka yaklaşımın önünü açmak kolay değildir. Onun bir tarihsel şahsiyet ve siyasal figür olarak olumlu yönlerine işaret ettiğinizde “Yergiciler” sizi derhal bir Atatürk-güzellemesine yönelmekle damgalayacaktır. Öte yandan tarihsel süreç içerisinde gerçekleştirdiği siyasal/yönetsel tasarrufları eleştirel süzgeçten geçirmeye kalktığınızda da “Övgücüler” tarafından bir Atatürk-nefretini dışa vurmakla yahut böyle bir nefrete zemin hazırlamakla suçlanacaksınızdır.

Üstelik Atatürk, bugün içerisinde nefes alıp verdiğimiz sosyo-politik iklimde sadece “Atatürk” değil, bir “yaşam biçimi”dir. Kendi yaşam biçimlerinin, alışkanlıklarının, zevk, beğeni ve tercihlerinin dinbaz bir tehdit altında olduğu hissine/algısına sahip hatırı sayılır bir toplum kesimi tarafından o, direnme, dayanma, dayanışma yolunda bir “simge”dir.

Tabii bunu derken şöyle bir “şerh” eklemeden olmaz:

Dün, “Statüko” tarafından iktidar sahiplerinin elinde bir resmi/ideolojik “simge” iken, bugün bir başka “Statüko” çerçevesinde iktidar sahipleri karşısında kendini kıyıya itilmiş, mağdur edilmiş hissedenlerin, kendi yaşam haklarını savunma yolunda işlerliğe soktukları toplumsal/kültürel bir “simge”dir Atatürk...

Böyle bir politik hercümercin dünden bugüne içindeyseniz, Atatürk’e sosyal-bilimsel bir nesnel duyarlılıkla bakıp konuşmak hayli “zor zanaat”tır.

***

Atatürk, “Aydınlanma” ve onun insan/hayat/dünya projesi olan “Modernite”nin çocuğuydu. O, Aydınlanma düşüncesinin de, Batı Avrupa-Kuzey Amerika eksenli olarak insanlığın önüne konulmuş yeni ve evrensel bir varoluş teklifi olan “Modernite projesi”nin de (“Muasır Medeniyet Seviyesi”) sorgusuz-sualsiz, şaşaa ile kabul gördüğü zaman diliminde bu toprakların kaderini belirlemiş öncü şahsiyettir.

Burada da hemen bir ikinci “şerh” (açımlama) düşmeden olmaz: Atatürk tabii ki boşlukta çıkmamıştır.

Onu önceleyen, biçimlendiren, yapan/yapılandıran bir arka plân vardır.

1720’de Batı’ya giden ilk Osmanlı sefiri olarak Paris’te 11 ay elçilik görevi yürüttükten sonra İstanbul’a dönüp yazdığı “Sefaretname”de Sultan III. Ahmet’e “Ya Avrupa’ya benzeyeceğiz ya da yok olup gideceğiz” demeye getiren Yirmisekiz Mehmet Çelebi’ye kadar izi sürülebilir Atatürk’e doğuş veren siyasal-ideolojik “matriks”in…

Elbette Sultan II. Mahmut, elbette Tanzimat, elbette Mustafa Reşid Paşa; elbette Namık Kemal, Mithat Paşa, I. Meşrutiyet; elbette Jön Türkler, İttihat-Terakki, II. Meşrutiyet; elbette Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Türk Ocakları…

Atatürk, Osmanlı’nın son iki asrında kendini gösteren böylesi bir siyasal, entelektüel, örgütsel ve beşerî altyapı üzerinde yükselmiştir.

***

Ancak karşılaştırmada benzerliklerin yanında farkı da görmek gerekir.

Osmanlı’daki modernleşme, ağırlıklı olarak devlete endeksli, İmparatorluğun yönetim mekanizmasını değiştirmeye (“modernize etmeye”) dönüktü.

Atatürk öncülüğündeki Cumhuriyet modernleşmesi, topluma endeksli ve onu dönüştürmeye azimlidir.

Osmanlı’da modernleşmenin aslî hedefi, devleti kurtarmaktı. Cumhuriyet’te modernleşmenin aslî hedefi yeni bir toplum yaratmak, bir “millet” var etmektir.

Ve bu, hayata geçirilmeye kalkışılan tarihsel dönemde bir bakıma “imkânsızı istemek” gibi bir şeydir.

Çünkü model alınan, modernliğin beşiği topraklarda yüzlerce yılda gerçekleşmiş dönüşümü, birkaç on yılda gayet hızlı ve “kompakt” (sıkıştırılmış) şekilde gerçekleştirmek gibi bir durum söz konusudur.

Çökmüş, bileşenlerine ayrılmış bir “Çiftçi İmparatorluğu”ndan arta kalan yorgun, yılgın, bezgin, çaresiz, umutsuz, hareketsiz, idealsiz bir köylü halk… Atatürk bu “beşerî malzeme”den kapitalist, endüstriyel, şehirli ve okuryazar meslek sahibi birey-yurttaşlardan müteşekkil bir modern ulus-devlet projesi olarak Cumhuriyet’i önce hayal etmiş, sonra “siyaseten” hayata geçirmiştir.

***

19’uncu yüzyılda kristalleşmiş endüstriyel-kapitalist dünya düzeninin, 15’inci yüzyıldan (“Yeni Çağ”) itibaren başlatılabilecek bir proto-historya”sı (ön-tarihi) olduğu gibi, 11’inci yüzyılın İtalya-merkezli Ticaret Devrimi’ne kadar da geriye götürülebilecek bir “prehistorya”sı (tarih-öncesi) var. Toprağın ve dinin efendileri (lordlar ve ruhban) karşısında “kentlerin efendisi” (burjuvazi) olarak yükselişe geçen tüccarın itici güç oluşturduğu bu süreçte yüzyıllar boyunca neler çıkmıyor ki karşımıza: Şehirlerin canlanması; Haçlı Seferleri ve onlarla artan ticari dinamizm; Magna Carta; Amerika’nın keşfi ve onunla daha da artan ticari dinamizm; Matbaa Devrimi; Rönesans ve Protestan Reformizmi; Bilimsel Devrimler Çağı, İngiliz Devrimi, Endüstri Devrimi; Aydınlanma, Fransız Devrimi, Milliyetçilik ve Milletler Çağı…

11’inci yüzyıldan 19’uncu yüzyıla kadar Batı’da yaşanmış, yukarıda sıralanan bu ekonomik, teknolojik, demografik, ideolojik, dinsel, düşünsel, sanatsal, estetik, politik, kültürel ve psiko-kültürel dönüşümlerin karşılıklarını birkaç on yılda var etme çabası sergilendi Atatürk öncülüğünde…

Batı’da olduğu şekilde, aşağıdan-yukarıya, ekonomik ve toplumsal (burjuva) bir dinamizmle de değil; yukarıdan aşağı, siyasal ve idari (bürokratik) marifetle…

Sanayinin önünü açmak, kapitalizmi canlandırmak, müteşebbis yaratmak, şehirleri parlatmak, okulları çoğaltmak, okuryazarlığı artırmak ve hem birey hem yurttaş olma bilincini geliştirmek… Ve de bir milli kimlik olarak Türklüğü “realize etmek”.

Atatürk bunları yaparken devrimcidir, pozitivisttir, radikaldir, jakobendir.

Fakat bunların hepsinden öte büyük cesaret sahibidir.

Yalnız mıdır, değil midir ya da Şevket Süreyya’nın deyişiyle “Tek Adam”, aynı zamanda “yalnız adam” mıdır?.. Bu hâlâ tartışılmakta, ama tartışmasız olan nokta, arkasında büyük bir destek ordusunun olmadığıdır. Aksine siyasi rakip ve hasımları ve de onların toplumsal düzlemde hitap edebildiği, aktif kılabildiği kitleler vardır karşısında.

Sonuçta çok zor, yakıcı, rahatsızlık yaratan, tepkiler doğuran, kalkışmalara varan bir süreç içerisinde Cumhuriyet “siyaseten” kurulmuştur.

Ama onun “sosyolojik” kurulumu o zamandan bu zamana hâlâ süregelmektedir. Tüm ikiliklerimiz, husumetlerimiz, çatışmalarımız, kutuplaşmalarımız, kavgalarımız, öldürüşmelerimizle bizler de bugün hâlâ bu kurulum sürecini hem deneyimliyor hem de gözlemliyoruz.

***

Yukarıda çizdiğim çerçeveyi çarpıcı şekilde özetleyen sözler, akademik müktesebatı Atatürk Türkiye’si üzerine ayrıntılı ve radikal bir eleştirel çözümleme olarak karakterize edilebilecek Prof. Şerif Mardin’den gelir.

Atatürk’ün yapıp ettiklerini alabildiğine kutsiyet halesiyle sarıp sarmalayarak yazılmış nice methiyeden çok daha gerçekçi ve sağlıklı bir olumlama sayılabilecek değerlendirmesi şöyle Mardin’in:

“Mustafa Kemal, var olmayan, hipotetik bir unsuru, Türk milletini aldı ve ona hayat üfledi. Bu işe soyunduğu zamanda ne bir genel [toplumsal] arzu ya da istek pınarı olarak, ne de bir ulusal kimlik kaynağı olarak Türk milleti mevcuttu. O, kendisinden daha sakıngan ve temkinli arkadaşlarından böylesi bir gelecek vizyonuna sahip olması ve onu gerçekleştirme yolundaki arzusu ile ayrılır.”

Mardin’in bu sözlerine eklenebilecek tek niteliğin “cesaret” olduğunu düşünüyorum.

Ve Atatürk’ten geriye, yurttaşlarına kalan, altı çizilmesi gereken en önemli mirasın da bu olduğunu öne sürmek istiyorum:

Cesaret...

***

Sonuçta demek ki Atatürk’ün (elbette kendisini önceleyen tarihsel süreçte bir “ideal” olarak dolaşıma sokulmuş) bir “hipotez”i vardı: “Türk milleti”.

Bu siyasal “hipotez”i kendi pratiği ile sınamaya açmıştır o...

“Hipotez”, sınamadan ne kadar doğrulanarak çıkmıştır? Bunu tartışacak yerimiz kalmadı bu 10 Kasım anma yazısında ama hiçbir ipucu vermeden de olmaz. Bu bakımdan, belki en akla gelmeyecek, “olmayacak” mecradan yaklaşmak üzere baştaki vurgumuza dönelim:

Türkiye’nin bugün Atatürk’ün hedeflediği Türkiye olmaktan alabildiğine uzaklaştığı iddiasının sıkça dillendirildiği ve onun seküler yaşam biçimini sürdürmekte ısrarlı azımsanamaz toplum kesimi tarafından “kültürel simge” haline getirildiği bir dinbaz iktidar dönemindeyiz.

Böyle bir dönemde bile bazı verilere dikkatle bakıldığında ilginç çıkarsamalarda bulunmak mümkün.

Atatürk düşmanlığı tescilli olan ve yıllar boyu bu iktidar kadrolarının zihinlerini beslemiş (Kadir Mısıroğlu gibi) yazı erbabı bile hanidir kızakta… Ve Atatürk’e hakaret eden, simgelerine tacizde bulunanlar, uzunca bir süre müsamaha görmüş olsalar da şimdilerde cezai yaptırımlara uğratılmakta.

Bunlar, Atatürk’ün bir ulusal/toplumsal tutunum noktası olarak kurumsallaştığını ve vazgeçilmezliğini en nihayet teslim etme anlamına gelen ufak-tefek tutum alışlar!..

Ayrıca yıllarca Atatürk’e tekke ve zaviyeleri kapattığı için sayıp sövmüş olanlar, kendi devri iktidarlarında tarikat-cemaatlerin önce önünü açıp sonra duvara toslayınca şimdi kendileri bu oluşumları işlevsizleştirme çabası sergiliyor; bu bakımdan kendi içlerinde hararetli tartışma ve münakaşalara savruluyorlar. (Söz gelimi bir emniyet müdürü çıkıyor ve polislerine “Hiçbir cemaate, tarikata, şeyhe bağlı olmayacaksınız” şeklinde Atatürk’ü alabildiğine yankılayan sözler sarf ediyor.)  

Ve yıllarca “Millet” dendiğinde etnik anlamda değil, dinî anlamda, “Müslüman milleti” şeklinde bu tabiri benimsemiş olanlar, Türkçülüğü de “kavmiyetçilik” diye tu kaka edenler, şimdi Türklüğü öne çıkartan milliyetçi politika ve ittifaklara ihtiyaç duyuyorlar.

Nasıl da manidar bir tablo!..

Atatürk’ün hayat üflediği “hipotetik unsur”, kendisine anti-tez diye ortaya çıkanların iktidarında bile söke söke gerçeklik arz ediyor.

Heyhat dünya!..

 

Yazarın Diğer Yazıları

Vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım!

Yöresel ve evrensel düzlemlerde eşzamanlı yaşananları 'insan' gerçeğinde birbirine organikçe bağlamak… Daha iyi bir hayatı var etme umut ve inancıyla gelenekten geleceğe taşınmak… Bunlar, Hasan Hüseyin şiirini bu coğrafyanın en özgün ve özgül yapıtlarından biri kılar

Goebbels korosu söylüyor: "Her şey mükemmel efendim!"

Bir okurum, siyaseten Refah Partisi - AK Parti çizgisinde yol almış olmakla birlikte bugün gelinen noktada Ak Parti'nin yapıp ettiklerine ve olup bitenlere bağlı olarak bu ideolojik 'gönül bağı'nın nasıl koptuğunu samimi bir eleştirellikle bizimle paylaşıyor

Goebbels'leşme karşısında muhalefeti sorgulamak!

Matbu medyanın hazan mevsiminin, televizüel medyanın da sonbaharının yaşandığı bir dönemde, insanları sıkan, bıktırıp usandıran karakterlere, ağızlara, kabadayılıklara kimse katlanmak zorunda değil. CHP hiç değil