29 Kasım 2014

Sokakta cellat, mahkemede kurban

17 Aralık süreci hiç yaşanmamış, bütün pislikler hiç ortalığa saçılmamış gibi yapalım istiyor.

“Kampta insanları öldürdünüz mü?”

“Evet…”

“Onları gazla zehirlediniz mi?”

“Evet…”

“Diri diri yaktınız mı?”

“Bazen…”

“Kurbanlar Avrupa’nın her yanından mı toplanıyordu?”

“Galiba…”

“İnsanların öldürülmesine şahsen yardımcı oldunuz mu?”

“Kesinlikle hayır. Benim kamptaki görevim muhasebeden ibaretti.”

“Olup bitenler konusunda ne düşünüyorsunuz?”

“İlk başta kötüydü ama sonra alıştık…”

“Peki bu mahkemenin sizi idam ile yargılayacağını biliyor musunuz?”

Sanık gözyaşları içinde:  “Bunu niye yapsınlar ki? Ben sadece emirleri uyguladım…” **

Nazi Almanya’sında, insanların gündelik yaşamlarını doğal olarak sürdürdükleri tarafsız bölgeleri bütünüyle yok eden totoliter politika, Almanya’daki her bireyin varoluşunu ya suç işlemeye, ya suça ortak olmaya, ya da suç işlenmesine göz yummaya bağlamıştı.

Yıllar sonra, yargılamaların yapıldığı mahkemelerde tüm sanıkların -en üst düzey kolluk kuvetinden en basit muhasebe memuruna kadar- savunma argümanları hep aynıydı:

”Ben sadece emre itaat ettim.”

Tabi olduğunuz otorite size, hangi koşullarda, her istediğini yaptırabilir, hiç düşündünüz mü?

Önceki gün Ali İsmail Korkmaz davası Kayseri’de görülürken, Ankara’da Esnaf ve Sanatkârlar Şurası’nda konuşan Cumhurbaşkanı “Bizim milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkâr gerektiğinde askerdir, alperendir, vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır… Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, adaleti sağlayan hakimdir, hakemdir…” diye esip gürlüyordu.

Aynı saatlerde mahkeme devam ederken, devletin en yüce makamından icazetini anında alan sanık esnaflardan biri, “Bu ülkenin Cumhurbaşkanı, ‘esnaf gerektiğinde asayişi tesis eden polistir’ diyor. Biz de fırıncı esnafı olarak, görevimizi yapıp, asayişi tesis ettik, beraatimi istiyorum,” diyebildi.

Sanık polis Mevlüt Saldoğan da ''Bu ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı 'Gezi Parkı darbedir' diyor. Eğer darbeyse ben darbenin bastırılmasında görev aldım,'' diye savunma yaptı.

Nasıl bir şeydir ’gerektiğinde’ polis veya asker olmak?

Mesleği onu -meşru müdafa haricinde- birini öldürmeye zorladığında bunu iş icabı yapması gerektiğine inanmak. Evet birini öldürebilir ama bunu bile isteye yapmaz. Çünkü aslında o bir katil değildir. Karıncayı bile incitmekten imtina eden adamdır.

Bir ‘alperen’ de aynı şekilde vatanperver bir şahsiyettir. Tek kusuru vatanını ve milletini öldüresiye sevmektir ve o da son tahlilde ’gerekmedikçe’ katil olamaz. Gerektiğinde de olsa olsa bir kahraman olacaktır.

Bu polisin, askerin ya da alperenin başına, eğer gelecekte bir gün, bugün inanarak yaptığı eylemin yanlış olduğunu düşünen bir başka otorite gelir de yaptıklarının hesabını vermesini isterse;  o gün, kendini en fazla ‘aldatılmış’ hissedecek kişidir. Iyi niyetinin kurbanı olmuştur. Hepsi bu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en yüce makamını işgal eden Cumhurbaşkanının ağzından çıkan, fütursuzca sarf ettiği bu sözler yasal ve hukuki dayanakları olan sözler değil elbette.

Çünkü bu hükümranlık makamının eylemleri, emirleri artık bütünüyle hukuki alanın dışında cereyan ediyor. Emirlerinden yola çıkılarak yerine getirilen eylemler de öyle. Asla yargılanamazlar kapsamındalar. Kazayla yargının oltasına takılanlar için de mahkeme süreçleri, müsamerelerden öteye gitmiyor.

Malum, 17 Aralık sürecinden sonra ülkemizde savaş koşulları geçerli. Devletin temel organlarının hepsi, bu olağanüstü hale, Tayyip Erdoğan ailesinin -evet onlar çok büyük bir aile-  ’istikbal’ savaşının koşullarına tabi: Ya itaat, ya kurtuluş, ya ölüm.

Bu yüzden bu savaşta her şey mübah. Erdoğan ‘gerektiğinde’ sokaktaki esnafa cellatlık ehliyeti verebilir. Sıradan, kendi halindeki insanları, faşizm ve dehşetin bir enstrümanı haline getirebilir. Bunu daha önce yaptı ve yine yapabilir, Sözünün özü bu.

Erdoğan ailesinin bu istikbal savaşında ister istemez yer alacak her birey, ya bir cellat, ya bir kurban ya da kendi kardeşlerinin üstüne basarak uygun adım yürüyen bir robot misali yerini ve pozisyonunu bugünden almalıdır.

Aksi takdirde olacaklardan sorumluluk duyacak hiçbir merci bulamayacak karşısında. Bugün olduğu gibi, o gün de.

Bu denli kendinden menkul, sorumsuz ve keyfi bir şekilde halkını kin ve nefrete teşvik eden, şiddeti her fırsatta kutsayan bir otorite, bir tek adam tarafından yönetilen bir ülkede yaşıyorsak, hiç öyle rehavete kapılmadan, bir an önce aklımızı başımıza toplamamız gerekiyor.

Kaldı ki o artık halkını yönetmiyor muhteris bir halife gibi hükmetmek istiyor.

Vicdan ve ahlakın tüm denetimlerinden muaf bu akıl yürütme, çıkarlarını tehdit eden her şeyi şiddetle bastıracağına dair yaymaya çalıştığı bu dehşet duygusu, bu korku, bu nefret, bu cüret, hayra alamet değil.

Koskoca bir ülkeyi, her fırsatta ve hiç tereddütsüz götürüp götürüp bir iç savaşın eşiğine bırakıvermesi, bunu çok uzun zamandır, böylesi rahatlık ve sıklıkla yapıyor olabilmesi; iktidarını ne pahasına olursa olsun sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu politik şiddeti sokağa yaymaya çalışması; halkın arasından, alanen, kendisine tetikçiler devşirmeye çalışması… normal değil.

Bunca sansür, bunca karartma, bunca karalama boşuna değil.

Çünkü çok korkuyor. Çünkü bütünüyle ’haksız’ olduğunu o da biliyor. Biliyor ama en ufak bir suçluluk duymuyor. Sorumluluk almıyor. Ne pahasına olursa olsun makamında kalmak istiyor. Sarayında sefa sürmek, ülkenin kaynaklarını yağmalamayı sürdürebilmek, bir yerlerde gizlice servetler biriktirmeye devam edebilmek istiyor.

17 Aralık süreci hiç yaşanmamış, bütün pislikler hiç ortalığa saçılmamış gibi yapalım istiyor.

Bunun için, toplumun bütününün ‘kamusal vicdan’ alanından çıkması gerektiğini biliyor. Söz konusu vicdanı mümkün ve gerekli kılan kamuyu parçalamaya çalışıyor. Bu toplum için bunun bedelinin çok ağır olacağını biliyor ama o bedeli, nasılsa, kendisinin ödemeyeceğini düşünüyor.

En ağır bedelleri her zaman, sokaktaki sıradan, kendi halindeki insanların ödediğini de biliyor ama umursamıyor. Günün sonunda bu savaşta kime kurban, kime cellat rolü biçtiği onun için fark etmiyor.

Gerektiğinde, sokaktaki cellat, mahkemede ‘kurban’a dönüşebiliyor.

”Kendi başlarına karar verenlerle, veremeyenleri; kendi kaderini tayin edenlerle edemeyenleri ayıran çizgi  tüm sosyal, kültürel ve eğitimsel farklılıkları çaprazlama keser,” diyor Hannah Arendt.

O son tahlilde, cellat ile kurbanı ayıran çizgi…

Hitler döneminde bir toplumun toptan ahlaki çöküntüsü bize, aynı koşullar altında güvenebileceğimiz insanların, savundukları değerleri yere göğe koyamayanlar ya da ezberlenmiş ahlaki kalıplara ve ölçülere sıkı sıkı sarılanlar olmadığını öğretir.

”Her organizasyon üstlere ve yürürlükteki yasalara itaat eder. Hiç bir siyasi topluluk, hiç bir örgütlü yapı, itaat olmadan varlığını sürdüremez. Ancak burada doğru olmayan ’itaat’ kelimesidir. İtaat, sadece çocuklar için söz konusu edilebilir. Bir yetişkinin ’itaat etmesi’ gerçekte itaati talep eden örgütü, otoriteyi ve yasayı desteklediği anlamına gelir.

Politik ve ahlaki meselelerde itaat diye bir şey olmaz. İş birliği yapan ve emre uyanlara doğrudan ’neden destekledin?’ sorusu sorulmalıdır.

İtaat eder gibi görünenlerin yaptıkları gerçekte, lideri ve yaptıklarını desteklemeleridir.

Çünkü herkes bilir ki lider, itaat olmadığında ‘çaresiz’ kalır…

Ama asıl mesele dün ve bugün olduğu gibi yarın da ’hesap verme’ günü geldiğinde, canileri normal insanlardan, suçluları masumlardan, celladı kurbandan ayıran sınırların bütünüyle silikleştiği bir toplumda, birbirimizle nasıl ilişki kurabileceğimiz ve bununla yüzleşmeye nasıl dayanabileceğimiz meselesi olacaktır…” **

** Formasyon, Sürgün, Totalitarizm   H. Arendt

@Sibel Yerdeniz

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?