15 Ağustos 2012

Biz, bir korku filminin içinde yürüyen ölüleriz

Öfkeli Kuşlar (Angry Birds) şirketinin değerini 9 milyar dolara çıkartmış

Öfkeli Kuşlar (Angry Birds) şirketinin değerini 9 milyar dolara çıkartmış.

Ben bu ‘öfkeli kuşlar’ın ne olduğunu bu hafta sonu beş yaşındaki yeğenimden öğrendim. Benden telefonumu istedi ve koltuğa oturup oynamaya başladı. Bir süre sonra yanına gittim.

  • Tuna, ne yapıyorsun?
  • Domuzları öldürüyorum.
  • Domuzları mı öldürüyorsun? Ama neden, yazık değil mi domuzlara?
  • Değil. Onlar da kuşların yumurtalarını yiyorlar.
  • Yumurtaları mı yiyorlar? Ama Tunacım yumurtaları yiyorlar diye domuzları öldürmek mi lazım?

Tuna bu ‘safça’ sorularım karşısında daha fazla dayanamadı ve yüzüme bakarak cevabı yapıştırdı.

  • Onlar kuş, öyle düşünmezler

Hüseyin Çelik, CHP'nin terör olayları nedeniyle Meclis'in olağanüstü toplanması girişimini değerlendiriyor:

“Gerekli olursa Meclis tabii ki toplanabilir ama PKK bomba patlattı diye, bir yeri bastı diye,  bir kaç Mehmet'i şehit etti diye örgütün her gün Türkiye'nin gündemini oluşturmasına müsaade etmemeliyiz. Bizim hassasiyetimiz budur.”

Eğer bunu yalnızca bir gaf, bir hata olarak görürsek hiç bir şeyi açıklayamayız.  Bu dil, iktidarın psikolojisin baş yapıtı. Bu zamana kadar hiç bir ideoloji kendisini bu kadar güzel açığa vurmamıştır.

CHP lideri Kılıçdaroğlu, “Milletin vicdanına bırakıyoruz. Tüm siyasi partiler ortak bir uzlaşı içinde olmalıdır,”  diyor.

İyi de biz bu ‘milletin vicdanı’na uzunca bir süredir ulaşamıyoruz Sayın Kılıçdaroğlu.  Ulaşmak için nerelerde kazı yapacağımızı da bilemiyoruz. Bence siz de bu durumu milletin vicdanına bırakmayınız. Bir zahmet ‘tüm siyasi partilerin ortak bir uzlaşı içinde olması’ ütopyanızdan da feragat ederek bu sağır ve zorba iktidar karşısında, ana muhalefet partisi olarak daha işe yarar ve kalıcı çözümler üretme yoluna gidiniz.

Hiç birimiz boşuna kendimizi milletin vicdanına teslim etmeyelim. Öyle bir beklentisi olanlar varsa dönüp, kendisini kamu vicdanına teslim edenlerin tarihine bir göz atsın.

Kamu vicdanımızı kanlı-canlı  bir pazara kaptırdık. Felaketler karşısında reaksiyon gösterme yetimizi kaybettik.  Öncelikleri farklılaşmış, dünyaya kayıtsız, sadece tüketen garip yaratıklar olduk. Artık televizyonlarımızın başında, magazine dönüştürülmüş haberleri izleyerek toplumsallaşıyoruz. Bir survivor gönüllüsünün psikolojik travması savaşlarda ölen, işkence gören, tecavüze uğrayan  insanların  hikâyelerinden  daha fazla ilgimizi çekiyor.

Gözlerimizin önünden sürekli parçalanmış bedenler, yakılıp-yıkılmış evler, birbirini boğazlayan insanlar, yerle bir edilmiş yaşam alanları geçiyor. Görüntü bolluğu ile körleştirildik. Vicdanımızdan arındık.

Dünyanın dört bir yanında süregiden iç savaşları izliyoruz. Tam içimizde Türkiye’de, en yakınımızda Suriye’de, her türlü yöntemle katledilen insan hayatları karşısında soğukkanlılığımızı korumayı öğrendik.

'Özgür dünya’ya katılmak için diktatörlerinden kurtulmak isteyen halklara yardım etme konusunda hiç bir fedakârlıktan kaçınmıyoruz.  Her zamanki bildik yöntemlerle ‘insani yardım’ ve ‘barış’ götürülmesine aracılık ediyoruz.

“Esad'ı destekleyen ülke ve çevreler, göreceksiniz suç ortaklığı lekesini ömür boyu üzerlerinde taşıyacaklar. Halkının birlik ve beraberlik içerisinde böyle bir zalim rejime karşı verdiği bu mücadele kutlu bir mücadeledir ve ben bu mücadeleyi alkışlıyorum” diyor, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı.

Suriye’de  devletimiz bizim adımıza ‘kardeş’ ilan ettiği birilerine yardım ediyor.

Biz de oturduğumuz yerden bu kutlu mücadeleyi veren 'kardeşlerimizin', elleri ve gözleri bağlı bir kişiyi topluca tekbir getirerek boğazlamalarını izliyoruz.

Bir toplumun hafızası böylesi görüntülerle zehirlendikten sonra, özgür bir toplumun, insan kardeşliğinin ve barışın gerçekten inşa edilebilmesi için umut kalır mı?

Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük onu bir umudun içine hapsetmekmiş. Kendi  halkını yıllardır ‘barış’ umudunun içine hapsedenlere ne demeli?

Çelik, “Hükümet işinin başındadır ve terörle mücadele devam etmektedir,” diyor. Endişeye mahal yok yani. Her şey her zaman olduğu gibi, alıştığımız şekliyle devam ediyor.

Serbest bırakılan Hüseyin Aygün, “Bu eylemi yapan genç arkadaşlar, bu ülkenin çocukları. Bu eylemle barış mesajı vermek istediklerini söylediler. Daha fazla rol üstlenmem için ricacı oldular. Bütün partilerin daha fazla çaba harcamasını istediklerini söylediler.

Dağdaki 18-25 yaş arası oluşan bir grupla muhatap oldum. Tek yolun 4 partinin bir araya gelerek barış için bir şeyler yapılması gerektiğini söylüyorlar. Gençler eve dönmek istiyorlar.” diyor.

Bu ülkenin çocukları ‘barış’ için bir şeyler yapılmasını istiyor. Gençler evlerine dönmek istiyor. Peki tepemizdeki ‘öfkeli kuşlar’ ne istiyor?

Radikal’den İpek İzci'nin  2012’deki Geçitli Karakolu saldırısında PKK’nın alıkoyduğu iki gazeteciden biri olan Adem Demir ile yaptığı “‘Terörist, cani bunlar' demek işin kolayı” başlıklı söyleşisi önemli:

“Sizi alıkoyanlar kaç yaşlarındaydı?”

“Gençtiler, çocuk dediğim için kızıyorlardı ama çocuktular. PKK ’nın en büyük insan kaynağı çocuklardı zaten. Çocuk öyle bir ortamda büyüyor ki onun için doğal olan şey dağa çıkmak.  ‘Terörist, cani bunlar’ deyip onlara kızmak en kolayı ve bunlarla ancak kendinizi kandırırsınız. … Niye gidiyor kardeşim 13-14 yaşındaki çocuk? Kandırılıyor öyle mi? Kandırtma! Senin vatandaşın o! … Yani devlet baba, 13 yaşındaki çocuğuna sahip çıkmıyorsa kendisini sorgulayacak!.. … Bataklığı da, o insanların dağı bir kurtuluş olarak görmesini engelleyerek kurutacaksınız. Dağ, bir kurtuluş değil ölümdür! …. Öfkeli çünkü bir yakını ya cezaevindedir, ya dağ başındadır ya da toprak altındadır. Öldüre öldüre bitiremiyorsunuz…”

İnsan bu, ne kadar hızlı büyümeye mecbur kalırsa, o kadar hızlı büyür.

Bu ülkede, yaşları kaç olursa olsun bir gecede çocukluklarını geride bırakarak büyümek zorunda kalan çocuklar var.

Onların böylesine değişivermeleri için neler yaşamış olduklarını, el kadar çocukların nasıl ‘terörize’ edildiklerini  bilmek isterseniz size tavsiye edebileceğim bir kitap var.

Adı “Bildiğin gibi değil!” 90’lı yıllarda çocukluğu Güneydoğu’da geçmiş Kürt gençleriyle yapılan on dokuz söyleşinin bir araya getirildiği bir kitap. Araştırmacı Rojin Canan Akın ve Funda Danışman tarafından hazırlanmış.

“Benim bunları bilmeyi yüreğim kaldırmıyor” kolaycılığına kaçmadan ve gözlerimizi kaçırmadan, bugün Şemdinli semaları altında hâlâ var olabileleceğini kolaylıkla tahmin edebileceğimiz dehşetin izlerini sürebilmek için alın okuyun.

Kitapta, yüreğinizin kaldırabileceği en ‘hafif’  öyküyü, 13 yaşındaki kardeşinin dağa gidişini anlatan Gever’den dinleyebilirsiniz:

“Kardeşim Şehmus, 1981 doğumlu. 94 baharında dağa gitti. … Kimin ne zaman öleceği, kimin ne zaman gideceği belli değildi. Her an babam öldürülebilir, her an başka bir yere göç edebilirdik. Erkek kardeşim ağırbaşlı bir çocuktu, bir lokantada çalışıyordu. Bir cumartesi günü işten çıkıyor. Pazar günleri lokantalar kapalı. Cumartesi temizlik yapıyorlar. Normalde 7’de kapatmaları gerekirken 8’de kapatıyorlar. OHAL bölgesi olduğu için 7’den sonra sokağa çıkma yasağı var. Sokakta kimse yok, kardeşim de çıkmış eve gelecek. Biz de evde merak ediyoruz. Çünkü o saate kalması tehlikeli.

Pencereden seyreden birisi sonradan anlatıyor:

Kardeşim eve doğru gelirken, evimize yakın bir yerde sürekli duran bir panzerden seslenen askerler “Hey, neden selam vermeden geçiyorsun?” diye soruyorlar. Kardeşim de “Ben dün selam verdim, niye selam veriyorsun, diye bana kızdınız, şimdi vermiyorum neden vermiyorsun diye kızıyorsunuz!” diyerek tepki gösteriyor. Askerler panzerden inip kardeşimi dövüyorlar. Ama ne dövmek. Yüzü gözü kan içinde kalıyor. “Biz Ermeni miyiz bize selam vermiyorsun” diyorlar döverken. Kardeşim de ısrarla tekrar ediyor “Ben dün verdim kızdınız, ben ne yapayım.”

Mahallemizin yolu uzun ve düz bir yol, diyorlar ki “Panzerin üstündeki ışık kafanda olduğu müddetçe sürüneceksin, seni izleyeceğiz. O yol bir kilometreden fazla. Kardeşim de sürünüyor, sürünüyor…  ta ışıktan çıkana kadar.

Anneme göstermedik o halini, babam da görmedi. İçeri girdi, her tarafı kan içinde. “Şehmus ne oldu?” diye sordum. “Top oynadık, düştüm” dedi. Baktım düşme hali değil. Bütün elbisesi kan içinde. Eli, yüzü, her yeri. Biz diyoruz ki bu düşme değil, o diyor yok ben düştüm. “Git elini yüzünü yıka” dedim, “yok ben böyle yatacağım,” dedi, öyle kan içinde.

İki sefer odasına gidip sordum, anlatmadı. Çok soğukkanlı, ağlamıyor, öyle duruyor. Neyse sabah öğreniriz, diyerek hepimiz yattık. Sabah oldu Şehmus yok. Evde yok, zaten pazar günü lokanta da kapalı, aradık hiç bir yerde yok. Mahallede erken kalkan yaşlı amcalar vardı onlardan biri “Neydi öyle yüzü gözü kan içindeydi?” dedi. O, sabahın beşinde filan kalkıp gitmiş. O haliyle gidip gerillaya katılmış. Daha ilkokulu yeni bitirmiş çocuk. Yani o baskı, o dayaklar. Yüzü gözü patlamış, çok dayak atmışlar…

Zaten hepimizin içinde vardı, öyle bir atmosfer vardı; atmosferi yaratan ortam vardı. Her gün baskı, her gün şiddet, babalarımız, abilerimiz, gözlerimizin önünde dövülüyor, götürülüyor, evler her gün basılıyor…”

Devamında siz, Hazal’ın hikâyesini “Başbakan olabiliyorum, her şey olabiliyorum ama Kürt olamıyorum” diyen Wanbetan’dan dinlemeye cesaret edebilirseniz, kitabı alın okuyun.

Kitabın önsözünde  Yıldırım Türker’in sorduğu “Hazal’dan sonra nasıl yaşayabiliriz?” sorusu her aklıma geldiginde yıllar önce izlediğim bir film sahnesi geliyor gözlerimin önüne:

Bir katliamdan şans eseri kurtulmuş, dehşet içindeki iki çocuk, yerle bir edilmiş şehrin sokaklarından, parçalanmış  cesetlerin  arasından  ayaklarını sürüyerek geçiyorlar. Biri yanındakine dönüp usulca soruyor:

  • Biz sağ kalanlar mıyız?

Kan içindeki ayaklarına bakarak yürüyen diğer çocuk başını kaldırmadan cevap veriyor:

  • Hayır. Biz, bir korku filminin içinde yürüyen ölüleriz.

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?