Demokrasiyle yönetilen ülkelerde, demokrasinin temel unsurları üzerinde bir mutabakat sağlanması elbette o ülkeyi daha huzurlu, daha güçlü yapar. Buna karşılık demokrasiyle yönetilmeyen, baskının ve korkunun egemen olduğu ülkelerde, önemli olan iktidarın politikalarının onaylanması sonucunun verecek birlik ve beraberlik değil, tersine iktidarın politikalarından ayrışarak etkili bir mücadele yürütmektir.
Baskıcı, otoriter iktidarların hüküm sürdüğü ülkelerde, birlik ve beraberlik sloganları bir yandan iktidarın politikaları üzerinde bir toplumsal konsensus sağlamaya, öte yandan toplumu depolitize etmeyi amaçlar. Topluma sürekli olarak iç ve dış düşmanlarla kuşatılmış olduğu, ulusun bekasının tehdit altında bulunduğu anlatılarak iktidarın politikaları üzerinde bir konsensus yaratılmaya çalışılır. Bunun yanında iktidarın kurduğu hegemonik yapı topluma kendi ideolojisine uygun yeni bir değer sistemi sunar.
Başka bir deyişle, baskıcı, otoriter iktidarlar toplum üzerindeki egemenliklerini iki yoldan sağlarlar: Gerçeklerden uzak, sahte bir dünya yaratarak ve demokrasiyle bağdaşmayan bir değer sistemini topluma kabul ettirerek. O zaman, bu tür iktidarlara karşı yürütülecek bir demokrasi mücadelesinin başarılı olabilmesi için bunun tam tersini yapmak gerekir.
Yani, topluma şırınga edilen dar, şoven, dışlayıcı, milliyetçilik dalgasına kapılmayarak gerçekleri dile getirmekten çekinmemek ve evrensel değerlere dayanan, yeni, demokratik bir değer sistemini topluma sunabilmek.
Bu durum Türkiye için de geçerli. İçinde bulunduğumuz noktada Türkiye’de siyasetin tek bir amacı var : İktidarın baskıcı, tahakkücü yönetimine karşı etkili bir demokrasi mücadelesi verebilmek. Birbiri ardına gelen üç gelişme bu mücadelenin önemini arttırdı:
a. OHAL rejiminin yürürlüğe girmesiyle özgürlüklerin büsbütün sınırlandırılması, meclis içindeki ve dışındaki muhalefet üzerindeki baskının artması.
b. Referandumda, Türkiye’de seçim güvenliğinin olmadığının anlaşılması.
c. Yeni anayasa değişiklikleriyle Türkiye’nin bir anayasal tek adam rejimine geçmesi.
Bu hegemonik yapıya karşı nasıl bir demokrasi mücadelesi yürütülmeli sorusuna yanıt ararken, TBMM’deki çoğunluk sultasının yarattığı durum ve adalet yürüyüşü ve kurultayından çıkan derslerin ışığında şu iki gerçeği göz önünde bulundurmak gerekir :
1. TBMM’de siyaset yapmak olanağı kalmamıştır. Siyasetin Meclis dışındaki kamusal alanlara taşınması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.
2. Etkili bir muhalefet ortaya koyabilmek için, bundan böyle siyasetin geniş halk kitleleriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte yapılması gerekmektedir. Yürütülecek mücadelenin stratejisi bu iki gerçekten hareketle çizilmeli.
Şurası açıktır ki; mücadeleler parçalanmış halde kalırsa yerleşik hegemonik düzene karşı başarılı olamazlar. Önemli olan mücadelelerin farklı özelliklerini bozmaksızın onlar arasında ilişki kurarak belirli bir amaca yöneltmek. Bunun için yatay, temsile dayanmayan, eşitlerin birbirine eklenmesiyle oluşan, merkezi ve hiyerarşisi olmayan bir ağ kurabilmeye gerek var. Böyle bir merkezsiz, eşitlikçi, mevcut düzene itirazı olan herkese açık, hiçbir grubu ya da kişiyi dışlamayan herkesi farklılığı ile birlikte kabul eden, siyasal partilerle sivil toplum kuruluşlarını yanyana getiren bir ağın kurulması Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin başarıya ulaşmasının bir ön koşulu.
Bu bağlamda 22 Ekim tarihinde Demokrasi için Birlik Platformu’nun düzenlendiği ve siyasal parti temsilcilerinin de katılmasının beklendiği kurultay önemli bir fırsat. Bu toplantıda yürütülen demokrasi mücadelesinin dayandığı temel ilkeleri kapsayan bir bildirinin ve siyasal partilerle sivil toplum kuruluşlarının birlikte hareket etmelerini sağlayacak bir yapının kabul edilmesi büyük bir önem taşıyor. Böyle bir yapı, bağlayıcı kararlar alan bir organ değil, karşılıklı mutabakata dayalı bir kollektif düşünme sürecinin oluşturulduğu bir forum niteliği taşımalı. Bu forum belirli sürelerle toplanarak direniş stratejilerini tartışmak ortak hareket etme olanaklarını araştırmalı.
Meydana getirilecek ağın düğümleri değişik kamusal alanlar. Yerel örgütlenmeler, halk meclisleri, halk forumları, mahalle meclisleri, adalet ve demokrasi yürüyüşleri, toplantılar, internet üzerinden kurulan dayanışma ağları, hepsi özerk bir kamusal alan. Bu kamusal alanlarda meydana gelen örgütlenmeler, kollektif deneyimler, tabandan gelen eylemler hegemonik yapıyı yıpratmak ve demokratik bir toplmu inşa etmek bakımından büyük bir role sahip. Amaç, halkı büyük bir değişimin öznesine dönüştürmek.
Halkın tabandan gelen eylemleriyle demokrasinin yeniden inşası herşeyden önce yeni bir yurttaşlık anlayışının benimsenmesini gerektiyor. Aktif yurttaşlık olarak nitelendirilen bu anlayışta bireylerin kendilerini değişimin motoru olarak görmeleri, kamusal alandaki etkinliklere katılmaları, yurttaşlığı seçim sandığına gitmekle sınırlı olmadığı bilincine kavuşmaları önem taşıyor. Bu ise yeni bir yurttaşlık kimliği doğuruyor. Türkiye’de insanların siyasetin seyircisi olmaktan çıkarak siyasetin oyuncusu olmaları yeni bir yurttaşlık kimliğine bürünmeleri ancak toplumda yeni bir heyecan yaratmakla mümkün olabilir. Böyle bir katılımcı, çoğulcu bir demokrasi mücadelesi. Türkiye’de yeni bir çağdaş demokrasinin de temellerini oluşturur.
Türkiye yeni bir dönemin eşiğinde. Gündelik olayların getirdiği karamsarlık yerine bu yeni dönemin heyecanını yaşamalıyız. «N’olacak halimiz ?» diye dövünmeyi bırakıp « Ben ne yapabilirim ? » diye düşünmenin zamanıdır.
Türkiye’de yürütülen demokrasi, adalet, özgürlük mücadelesinin parçası olmak etik bir yükümlülüktür. Mevcut hegemonik yapıya karşı verilecek mücadelenin aynı zamanda yeni bir Türkiye’nin tohumlarını taşıyacaktır.