13 Ekim 2015

İnadına barış!

İktidarlar zayıfladıkça şiddete başvururlar. Şiddete başvurdukça meşruiyetleri zayıflar. O zaman daha çok şiddet gerekir...

Barış isteyen insanların mitingine konulan bombalarla, 100’den fazla insanımızın yaşamını yitirmesi, 200 insanımızın yaralanması ile içinde bulunduğumuz şiddet sarmalı zirveye çıktı. Öldürülen insanlar, savaşın sona erdirilmesini ve barışın gelmesini istiyorlardı. Bombalarla bir barış haykırışı susturulmak istendi, Suruç’ta olduğu gibi...

Barış mitingleri neden yapılıyor? Çünkü, ülkede bir savaş sürüyor. Her gün insanlar ölüyor. Her akşam televizyonlarda haber programları şehit haberleriyle başlıyor. Bu savaş halkın desteklediği bir savaş değil. İnsanlar, iki, üç ay önceye dek ölümlerin olmadığı bir ülkede yaşarken, ne oldu da birdenbire bu şiddet sarmalının içine girdik, sorusunu soruyorlar.  Savaşa karşı bir barış hareketi çığ gibi büyüyen bir toplumsal hareket niteliği kazanıyor. Şehit cenazelerinden savaş karşıtı protestolar yükseliyor. İnsanla anlamsız ölümlere, insan yaşamına değer verilmeyişine isyan ediyorlar. Barış hareketi bu isyandan doğuyor. Barış toplantılarının, mitinglerinin içinde hem bir protesto, hem de bir talep var: Barış içinde yaşama talebi. Barış içinde yaşama bir temel insan hakkı. Bütün temel hak ve özgürlükler buna bağlı. Barış yoksa, yaşam hakkı tehdit altındaysa, öteki hak ve özgürlüklerden de söz edilemez. Devletin yükümlülüğü, yurttaşların güvenlik ve barış içinde yaşamalarını sağlamak.

Türkiye’de barışın bir toplumsal talebe ve bir toplumsal eyleme dönüşmesi belki de bir ilk. Savaşın, milliyetçilik duygularıyla ya da dinsel nedenlerle kutsallaştırıldığı bir ülkede yaşadığımızdan, barıştan pek söz edilmez.  Çocuklar savaş ve zafer öyküleriyle büyür. Onlara barış öğretilmez. Barış çoğunlukla devlet karşıtı, solcular tarafından benimsenmiş bir kavramdır. Nasıl ki, 12 Eylül darbesinde Barış Derneği üyeleri cezaevine konmuştu. Türkiye’de barış istemek, barışçıl eylemler yapmak tehlikeli bir iştir. Son bombalama olayında ya da Suruç’ta olduğu gibi, başınıza ne geleceği belli olmaz. Hükümete göre ise, barış istemekle terörizmi desteklemek aynı şey. Oysa savaştan yana olmak güvenliklidir. Kılınıza zarar gelmeyeceğinden emin olabilirsiniz.

Asıl kötü olan, savaş ve savaşın her türlüsüdür. Kant, “savaş yok ettiğinden daha çok kötü insanlar yetiştirdiği için bir yıkımdır.” der. Savaş, bütün kötülüklerin anasıdır.

Barış savaşın tersi değil. Savaşta kazanılan zafer barış getirmez. Savaştan barış doğmaz. Barış onu ortadan kaldıran şeyle sağlanmaz. Savaşın sona ermesi, silahların susması   ateşkes ile gerçekleşebilir. Ancak bu barış anlamına gelmez. Ateşkes barışın bekleme odası, nihai bir çözüm değil. Nihai bir çözüm yerine geçemez.  Çözüm gerçekleşmez ise, ateşkesi sürdürmek de olanaksızlaşır.

Barış kendiliğinden oluşmaz. Barışın inşası gerekir. Barış, savaş nedenlerinin ortadan kalkmasını, bir daha savaşa yol açmayacak, birlikte yaşamayı sağlayacak yeni bir düzenin kurulmasını gerektirir.

AKP’nin çözüm sürecindeki belki de en büyük yanlışı, birlikte yaşamayı olanaklı yapacak bir çözüm projesinin olmaması ve ateşkesi, çatışmasızlık durumunun nihai çözümü olarak görmesiydi.

Şimdi PKK eylemsizlik ilan etti, iki yanlı bir ateşkese hazır olduğunu bildirdi. Hükümette ise bir ateşkesi kabul etme eğilimi görülmemekte. AKP ileri gelenlerine göre, barış ancak terörle savaştan zafer ile çıktıktan sonra gelebilir. Oysa barış namlunun ucunda değil, görüşme masasında. Şiddetin sürmesi, devletin şiddeti veya PKK’nın şiddeti ancak daha çok şiddeti doğurur. Kaldı ki,bu savaşın bir galibinin olmayacağını 30 yıllık deneyimimizle biliyoruz.

Şiddet bir araç. Elde etmek istediği amaçla haklı göstermek istenir. Terörle mücadele ya da kamu düzeni gibi. Ama gerçekte bir süre sonra araç amacın yerine geçer. Şiddetin kendisi amaç olur. “Hepsini öldürene dek savaşı sürdüreceğiz”e dönüşür.

İktidar meşruiyet ister. Şiddete dayanan bir iktidar ise meşruiyetten uzaklaşır. İktidarlar zayıfladıkça şiddete başvururlar. Şiddete başvurdukça meşruiyetleri zayıflar. O zaman iktidarda kalabilmek için daha çok şiddet gerekir. Türkiye’de de olan bu değil mi? Şiddet sarmalı ne zaman başladı? AKP tek başına iktidar olamayınca.

Cumhurbaşkanı ve hükümet “çözüm sürecinden vazgeçmedik. Buzdolabına kaldırdık.  Koşullar oluşunca buzdolabından çıkaracağız.” diyor. Bu, istediğimizi silah zoruyla kabul ettirene dek, savaşı sürdüreceğiz, öldürmeye devam edeceğiz, şehit cenazeleri de gelmeye devam edecek, masum siviller de ölecek demek. Şiddet ülkedeki kutuplaşmayı arttırıyor, birlikte yaşama zeminini ortadan kaldırıyor. Süreci buzdolabından indirip, bırakılan yerden devam etmek o nedenle gerçekçi değil. Şiddet sürdükçe barışçı bir çözümden uzaklaşıyoruz. Onun için hemen ve şimdi barış önemli.

Hukuk düzeni ile şiddet yakından ilişkili. Bir ülkenin kendi sorunlarını şiddete başvurmadan çözmesi, ancak bir hukuk devletinin varolması, tarafsız ve bağımsız bir yargının işlemesiyle olanaklı. Şiddete başvurulması, sistemin barışçı çözümler getiremediğinin bir göstergesi. Hukuk devleti ve hukuka dayanan bir siyaset şiddeti dışlar. Oysa Türkiye’de hukukun dışlandığına, siyasi iktidarın da tam bir keyfilik içinde ülkeyi yönettiğini görüyoruz.

UNESCO Yasası'nın önsözü “Savaşlar insanların zihninde başladığından, barışın savunması da insanların zihninde inşa edilmelidir”  der.

Türkiye’de barışın kurulması için de her şeyden önce iktidarın savaş zihniyetinden çıkıp barış zihniyetini benimsemesine gerek var. Tek bir insanın yaşamının, iktidarda kalmaktan daha değerli olduğunu, iktidarın unutmaması gerekir. 

Yazarın Diğer Yazıları

Dışarıdan içeriye mektup

Bir suç olabilmesi için suçluya, suçu işleyen kişilere gereksinim vardı. Siz seçildiniz. Siz cezaevinde bizim adımıza, vekaleten yatıyorsunuz...

Umut hakkı ve AİHM kararlarının uygulanması

Umut hakkının ya da şartlı salıverme hakkının bu iki kişiye tanınması kararların uygulanması bakımından hiçbir anlam taşımaz. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş kararlarının uygulanması için ikisinin de derhal serbest bırakılması gerekir

Tayfun Kahraman’ın kelepçeleri

Jandarma görevlilerinin Tayfun Kahraman’a yaptıkları muamelelerin bir insan hakkı ihlali ve TCK’de yazılı bir suç olduğu kuşkusuz. Etkili bir soruşturma yürütülürse, görevlilerin yargı önüne çıkarılması ve cezalandırılması gerekir

"
"