17 Kasım 2014

Ilımlısını yitiren ülke

'Ilımlıların radikalleşmesinin istendiği, bir bölümünün radikalleştiği, ılımlı olana tahammülün olmadığı ateşten günlerden geçiyoruz'

Küçümsenen, yeterince *net* olunmadığı gerekçesiyle politik olarak aşağılanan bir duruşu simgelerdi. Eskilerin “her şeyin aşırısı zarar” dedikleri bir itidali içerir ama “Ne İsa’ya Ne Musa’ya* yaranamadığı için  itibar görmezdi.

Ilımlı “ılıktı.” Ne ısıtır ne de soğuturdu. Herkes o iklimde olmayı ister ama ne yüzülür, ne de kardan adam yapılırdı. Hal böyle olunca da gündelik yaşamda bunaltmadığı için üzerinde konuşulmazdı.

Ilımlı siyasi yaşamda aslında statükonun sigortasıydı. Kıbleleri değil, ihtiyaç duyulduğunda insanın içini ısıtan bir aklı selimin adresiydi. Varlığı konuşulmazdı ama yokluğunun yarattığı boşluk aslında o ülkenin insanın içini donduran ya da “ısınan” siyasetin habercisiydi. Uçlarda yaşanan bir siyaset dili belki -zaman zaman- heyecan verebilirdi ama “uç” olanın statükoya dönüşmesi halinde, gündelik yaşamda aranan huzur ve istikrar hasreti çekilen bir nimete dönüşürdü.

Türkiye ne yazık ki ılımlıların mumla arandığı bir döneme girdi. Daha da kötüsü ılımlıların “uçlaştığı” bir saflaşma ile gerilim istikrara kavuştu. Sıkıntı, sağ/solduyunun sesinin artık çıkmaması hatta aşağılanmasıdır.

Oysa ılımlı aslında bulunduğu “mahallenin” eleştirel dilidir. Kiminin vicdanı kiminin ufku ve entelektüel birikimi/kimliği “aykırı” kılar. Söylenmesi gerekeni söyleyendir. Zira empati hasleti nedeniyle “öteki mahallenin” ya da “politik doğruculuğun” tercümesini yapabilme becerisine sahiptir.  Kılavuz değildir ama yolunu kaybedenler ve hırsı/radikalizmi/inancı/çıkarı uğruna yoldan çıkanın toslayacağı duvardır.

Ilımlılara ihtiyaç duymayan ve onun eleştirel dili ve duruşunu tehlike olarak gören bir siyaset kültürü giderek bu ülkede galebe çalıyor. Tarafların kendi mevzilerine çekildiği, siperlerden *ötekini* seyrettiği bir dönemden geçiliyor.

Bu sürecin en çarpıcı örneğini son olarak Hükümet-Cemaat ayrışmasında gördük.   Aslında ilk sinyali AKP İl Başkanı Aziz Babuşçu vermişti. Hükümet yanlısı entelektüel oluşumlara dönük şöyle diyordu?

“*…diyelim ki  liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve dönem olmayacak. Onun için işimiz daha zor olacak.”

Babuşçu’nun bu kehanette bulunduğu tarih 1 Nisan 2013 ‘tü.  Yani ülkeyi kutuplaştıran Gezi ve 17-25 Aralık Yolsuzluk soruşturmaları henüz ortada yoktu. Daha da ilginci iktidarın askeri vesayet ile hesaplaşması neticesinde demokrasiyi ihya edeceği kanaati bu çevrelerde yaygın bir inanıştı. Yani ortada fol ve yumurtanın olmadığı bir dönemde Babuşçu *Yeni Türkiye* sinyallerini veriyor ve liberaller ile yollarını ayıracaklarını ilan ediyordu.

Sonrasındaki gelişmeler Babuşçu’yu doğruladı. Gezi gibi bu ülke tarihinin gördüğü en büyük kitlesel protesto ve ardından 17-25 Aralık yolsuzluk/rüşvet iddiaları “darbe” gibi kerameti kendinden menkul bir suçlama ile karalandı. Öylesine çarpıcı bir süreçti ki “taraf olmayanın bertaraf olacağı” bir döneme girilmişti. Erdoğan doğrudan sadece siyasette değil, yaşamın bütün alanlarında (medya, iş dünyası, bürokrasi, polis vd.) mevzileri tahkim ediyordu. Siperde olmayanlara ateş açılabilirdi. Gezi sürecinde “sizi anladık” diyenler şimdi koşar adım kendini iktidarın siperine atıyordu.

Dedik ya Hükümet-Cemaat ittifakı çatırdadığında medyada öylesine hızlı bir saflaşma oldu ki hızını takip etmek zordu. İktidarı destekleyen ya da Cemaate sahip çıkan kalemler artık eski mahallelerinde barınamaz hale geldi ve yer değiştirmelerle saflar netleşti. Bu sürecin doğrudan takipçisi Erdoğan’ın ta kendisiydi. Kamuoyunun aşina olduğu konuşmalarında Hidayet Şefkatli Tuksal ya da Mustafa Karaalioğlu_ ile program yapan isimlerin kullandığı eleştirel dile olan tahammülsüzlüğünü dile getiriyor ve gönderilmelerini, Türkçesi kovulmalarını emrediyordu.

Ilımlı olanın itibarsızlaştığı bir döneme girilmişti. Bu gerilim ve çatışma dilini hakim kılan Erdoğan’dı.  Soru sormak, kuşku duymak, eleştiride bulunmak adeta ihanet olarak algılanıyordu. Bu sadece iktidar mahfillerine özgü bir sendrom da değildi. Akillerin aklı sorgulanıyor, Kürt Sorunu bir turnusola dönüşüyor, geçmişin itibar gören çok okunan kalemleri birer birer “ya bizdensin ya onlardan” terazisinde tartılıyordu.

Bu iklimin doğrudan sorumlusu Erdoğan’ın ta kendisiydi. Polemik dilinde muhatabı ile aşık atmaya çalışan ana muhalefet liderinin bile “Başbakan üç gün sussa ülke rahat edecek” dediği bir gerilime işaret ediyordu. Cumhurbaşkanı/Başbakan Erdoğan ise adeta bisikletten düşmemek için pedal çevirmek zorundakiler gibi bulunduğu postun ne olduğunu dikkate almadan sürekli “biz ve onlar” diliyle, ülkeyi yüzde 50 ve diğerleri ikilemine hapsediyordu.

İlginç olansa İktidar ve Cemaat mevzilerinde geçmişin düşmanlarının *yedek güce* dönüştürülme azmi ve riyakarlığıydı. Ergenekon ve Balyoz)da *kumpasa gelenler* ile Gezi’de yaşananları dramatize edenler şimdi politik takiyenin veciz örnekleriyle maluldü.  

Geçmişte hak ihlalleri, kadın sorunu, insan hakları, azınlıklar, Kürt Sorunu, Müslümanlar, demokratikleşme gibi yapısal sorunlarında kalem oynatanlar şimdi Gezi-17-25 Aralık merceğinden hayatın güdük yorumlarıyla yetinir oldu. Vicdanları, eleştirel aklı ve onca yıllık itibarı siper savaşlarında heba etti.

Ilımlıların radikalleşmesinin istendiği, bir bölümünün radikalleştiği, ılımlı olana tahammülün olmadığı ateşten günlerden geçiyoruz. İlke, dünya görüşü, tutarlılık yerini kuzey yıldızı gibi yol gösterici olmak yerine güneş gibi kavurucu olmaya terk etti.

Ben mi? Hiç ılımlı olmadım!

 

Yazarın Diğer Yazıları

Suna Kıraç'ın ardından: Yaşamı ve yaptıklarıyla ölüme inanmadı, ömründen uzun idealleri vardı…

Suna Kıraç’ın ‘teamüllere aykırı’ tek tercihi bir Koç profesyoneli olan İnan Kıraç’la evlenmesi olmadı. Çiftin aldığı bir başka karar, yine o dönem ve temsil ettikleri ‘sınıf’ açısından büyük bir devrimdi. Mademki çocukları olmuyordu onlar da bir çocuğu evlat edineceklerdi

Suriyeli mültecilerin hatırlattıkları (1)

Ensar’lıktan ‘halkta büyük tepki’ ya da ‘büyük sorunlar çıkması’ gerekçesine evrilen sürecin miladı, en kolay ikna edilebileceği öngörülen AKP tabanında bile yaşanan oy kaybı ve bu oy kaybında Suriyeli mültecilerin rolüydü. İdeolojik olandan pragmatik ve hak ihlallerini barındıran dönüşümde de bu anketlerin rolü vardı

Satın alınan demokrasi

Demokrasi için cebinden para harcayıp oy veren seçmen kazandı; devletin parasını ve demokrasinin değerlerini harcayanlar kaybetti.