18 Temmuz 2014

Şefkat ve şehvet

Sevmekten kaçarken, sevdiğini bile anlamadan sevebilirdi insan. Bütün olan bitene rağmen hâlâ emin olmayabilirdi bundan

Daha hayalini kurarken hissetmiş, öylelikle çok genç yaşımda anlamıştım kesintisiz bir mutluluğun aslında can sıkıcı olduğunu, olacağını. Tam arzuladığım gibi, hiçbir olumsuzlukla karşılaşmadan süren bir yaşam kesitini hayal etmeyi biraz uzatınca birden sıkılıvermiştim çünkü.

Sürekli ve katıksız bir mutluluğun hayalinden bile sıkılıyordunuz süresi uzayınca.

Gerçek hayatta zaten imkânsızdı da.

Tanrı sıkılmamızı istememişti…

Durmadan engeller çıkıyordu karşımıza: Başarısızlıklar, hayal kırıklıkları, ayrılıklar, hastalıklar…

Bir ömür mutluluğun peşinde koşmak, bulunca da sıkılmakla geçiyordu.

Mutluluğu elde ettiklerimizde, yaşadıklarımızda değil, manada aramaya böyle başlıyorduk belki. Bu sefer habire bir anlam arıyor, bir anlam katmaya çalışıyorduk hayatımıza. Her şeye ille de bir anlam yükleme ihtiyacı duyuyorduk.

Dinler, felsefe, sanat hatta ideolojiler bu arayışın neticesiydi biraz da.

Ve tabii, ölüm vardı.

Bir yandan ölüme isyan ediyor, bir yandan, çaresiz, ölüm olmasaydı hayat bu kadar anlamlı bu kadar değerli olmazdı diye düşünüyorduk.

Yoksa ölüm müydü hayatı manasızlaştıran?

Ya hiçbir şey tesadüf değildi, öyleyse her şey bir anlam taşıyordu…

Ya da her şey tesadüften ibaretti, o zaman hayat “saçma”ydı…

Sonunda ölüm varsa, her şey nafile bir çabaysa, hepsi boşsa yaptıklarımızın ve yaşadıklarımızın, ne anlamı kalıyordu bütün bunların?

Özellikle bir yakınımızı kaybettiğimizde, kendimiz onulmaz bir hastalığa yakalandığımızda, ihtiyarladığımızda belirginleşiyordu bu duygu.

Bir de çok erken sezenler oluyordu bu durumu; huzursuz ruhlardı çoğunlukla onlar ve fazlaca zeki.

Anlamsızlığı, hayatı bir oyun gibi görerek, oyuna çevirerek yenmek istiyorlardı.

Madem onlara bir “oyun” oynanmıştı…

Ama oyunları kendileri kurmayı seviyorlardı ve aynı zamanda “oyunbozanlardı”.

Şimdi, yazarken, Ahmet Altan’ın Son Oyun’undaki kahramanı hatırlattılar bana.

Altan’ın dupduru bir dille yazdığı son romanındaki yazarı.

Dilde o sadeliği yakalamak ancak çok büyük bir ustalığın işaretiydi. O “yazarı” yaratan kalemin maharetiydi.

Sonra o kalemin çizdiği yollarda hayatın içinde ve kendi iç dünyanızda dolaşmaya başlıyordunuz.

Soluk soluğa ve düşünerek…

Düalite, zıtlık, zıtların birliği, vahdet…  Her adımında birinden diğerine geçerek. Hep bir sonraki adımı hep yolun sonunu merak ederek.

Şehvet ve şefkat.  Birbirine zıt iki duygu, tamamen zıt iki kavram.

Hayat ve ölüm gibi. Biri varsa öbürü yok… mu?

“Güzel kadınların uyandırdığı şefkatten” korkmalı mı erkekler?  Şehvete şefkatin karışmasından… Neden?  Ayrı olduklarında değil, birlikte olduklarında içinde bir anlam sakladıkları için mi?

Anlamdan korktuğumuzdan mı “tesadüfe” inanıyoruz,  tesadüfü “saçma” bulduğumuz için mi manaya sığınıyoruz?

Hayatın ve insanın bütün çelişkilerine rastlıyorsunuz Son Oyun’da. Sarsılıyorsunuz.

Hissettiğiniz, düşündüğünüz, yaşadığınız bütün çelişkiler…

Hayalle gerçeğin çelişkisi ve iç içeliği

 “Sevmediğim halde sevdiğimi sanıyorsam ve bu beni mutlu ediyorsa gerçekten sevip sevmediğimin ne önemi olabilir ki…”

“Garip bir şekilde o anda bu ilişkide en güçlü ben olduğum, bundan zevk aldığım halde, bu güç bir taraftan da beni zayıflatıyordu. Mustafa’dan Zuhal ile ilgili öğrendiğim her ayrıntı beni hem güçlendiriyor hem de güçsüzleştiriyordu.”

Bir cinayet işlediği, sabahına gelip kendini götürmelerini beklediği o bir gecede kendini, hayatı, ölümü, Tanrı’yı, inancı, aşkı, şehveti, sadakati, günahı, hayali ve hakikati, arzuyu, acıyı, kaderi sarkastik bir dille sorguluyor “yazar”…

Ve Ahmet Altan o tek bir geceye çok katmanlı, koca bir romanı sığdırıyor. O katmanlar arasında okuyucuyu birinden diğerine nasıl geçtiğini hissettirmeden gezdiriyor.

Kasabanın “sırrı” ilginizi çekiyor.

Bir cinayetin nasıl ve niye işlendiğini, kimin öldüğünü merak ederken, bir yandan doğrudan duygularınıza dokunan yahut isabetli saptamalarla sizi şaşırtan satırlarda duraklıyorsunuz.

“Aynı kadını isteyen iki erkek arasında bazen ölümüne düşmanca, bazen de, böyle çaresiz anlarda ölümüne dostça bir ilişki olabiliyordu.”

“… o hep döneceğini bilerek, hiç dönmeyecekmiş gibi acı çekmeye alışkındı…”

“…yapay, ‘hayali’ bir acı seni gerçek acıdan koruyor sanki… Mustafa için acı çektiğin sürece başka bir acının sana ulaşmasına engel olabiliyorsun…”

“Zuhal’e çok güveniyordu ki bu, zavallı erkeklerin ortak zaafıydı, bütün kuşkularına, kıskançlıklarına, huzursuzluklarına rağmen ‘kadınlarının’ böyle bir şey yapacağına, başka bir erkekle yatağa gireceğine asla inanmazlardı, buna inanmak, buna inanarak yaşamak onların erkekliğini yaralardı…”

“… bir şeyi hep hayal olmaya mahkûm etmek aynı zamanda kendi yarattığın hayalin esiri olmak değil mi…”

Taşranın o tekdüze, bunaltıcı atmosferinde yaşanan, belki de o can sıkıntısının körüklediği sıra dışı cinsel ilişkiler.

Geleneksel kasaba yaşamının arkasındaki siyasal ve ekonomik çıkar kavgaları, cinayetler, mafya bağlantıları.

Zeytinliklerle, bağlarla dolu bir doğa dekoruna tezat oluşturan, internet aracılığıyla yaşanan hararetli sanal sevişmeler.

O cinayet niye işlendi, sevginin rolü büsbütün inkâr edilebilir miydi bu eylemde?

Sevmekten kaçarken, sevdiğini bile anlamadan sevebilirdi insan. Bütün olan bitene rağmen hâlâ emin olmayabilirdi bundan.

Daima “yarattıklarıyla” övünen bir tanrıyazar bile olsa kaderini tayin etmek elinde miydi?

Oyunu o kursa da bu sefer bir başka irade gelip oyunu bozmuştu işte.

Kader hayatın içinde yeniden yazılabilir miydi, bilmiyorduk.

Cevabı, varsa, bunu ancak “kitabın ikinci cildinde” öğrenecektik.

[email protected]

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ahmet Altan’ın dünya turu ve Nobel

Ahmet Altan cezaevindeki hücresinde anılarını yazarken “Ben sizi unutacağım ama siz beni hatırlayacaksınız” demiş...

Yazar, hayal gücü ve dünyayı dolaşmak

Ben bu defa müjdeler getiren bir eylül bekliyorum

Ahmet Altan’dan bir armağan

Washington Post’un 2017nin En Önemli 50 Kurgusu listesinde Ahmet Altan’ın ABD’de Endgame adıyla yayımlanan romanı da var