04 Temmuz 2014

Bir roman seyretmek…

Filmden çıkarken, bir roman seyrettiğimi düşünüyor ama gerçek bir hayat kesitine şahit olduğum hissini taşıyordum.

Ya da bir hayata tanık, hatta neredeyse dahil olmak…

Kış Uykusu’nun bende yarattığı izlenim buydu.

Filmden çıkarken, bir roman seyrettiğimi düşünüyor ama gerçek bir hayat kesitine şahit olduğum hissini taşıyordum. Sanki ben de orada, o insanların arasındaydım; sadece konuşmalara katılmıyordum.

Değil üç saat, bir o kadar daha sürse izlenebilirdi bu yönüyle. Çünkü bizim bırakıp çıktığımız yerde bir yaşam akıp gidiyordu adeta. Dönsek devamını görebilecekmişiz, bir yolculuğa çıkmış da gittiğimiz yerde tanıdığımız insanların şimdi ne yaptıklarını merak etsek onları yine bulabilecekmişiz gibi.

Aslında o insanlar zaten bizdik, arkadaşlarımızdı, ailemizden, çevremizden birileriydi, şu veya bu şekilde karşılaştığımız, yollarımızın kesiştiği kimselerdi.

Hayat “filmlerdeki” biçimde hep sıra dışı olayların yaşandığı, “aksiyonla” dolu bir süreç değil. Gündelik rutin içindeki ufak tefek  kaygılarla, yılların getirdiği görece küçük ya da büyük hayal kırıklıklarıyla, pişmanlıklarla, oyalanmalarla, gizli açık özlemlerle; yakınlarla, yakındakilerle yahut ast-üst, iş ve çıkar ilişkileri içinde olunanlarla kâh yüz yüze kâh içten içe hesaplaşmalarla, haklı haksız alınganlıklarla, gönül almalarla, çekememezliklerle, minik şakalaşmalarla; anlık kızgınlıklarla, bastırılmış, birikmiş öfkelerden doğan, ara ara herhangi bir vesileyle su yüzüne vuran hırs ve kin duygularıyla, alelade tartışmalarla gayet sıradan ve durağan geçip gider çoğu zaman.

Tıpkı “filmdeki”, Nuri Bilge Ceylan’ın filmindeki gibi. Bu gerçeği sinema sanatıyla bu derece aslına uygun olarak en üst düzeyde birleştirebilmek olağanüstü bir ustalık olmalı.

Ceylan’ın en “konuşkan” filmi olduğu söylenmişti Kış Uykusu için, en çok konuşturan filmi olduğunu da söylemeli.

Müthiş bir sohbet arzusu uyandırıyor izleyende. Filmi kritik etmek; görselliğini, oyunculukları, senaryosunu konu edinmek, yani “yıldız vermekten” ziyade filmdeki karakterler, onların birbirleriyle ilişkileri, duyguları, davranışları, neyi niçin söyledikleri üzerine dostlarıyla derinlemesine konuşmak, tartışmak istiyor insan.

Elbette  söz konusu kriterlerin sağlamlığıyla ilişkili bu.

Bir bütün olarak hepsinin ve ayrı ayrı her birinin dahli var bu sonuçta.

Diyalogların hakikiliği, karakterlerin bir şey derken aslında geri planda başka bir şeyi ifade etmeleri, oyuncularınsa gerek diyaloglarında gerek hareketlerinde o hakikiliği ve o geri planı öylesine doğal yansıtabilmeleri… Oyuncular normal yaşamlarında dahi o derece doğal değillerdir, daha çok “oynuyorlardır” sanırım.

Sözlerin yanı sıra, yahut tek bir söz etmeden, ufacık bir bakışla, bir mimikle anlatabilmeleri içlerinden geçenleri, kişilik özelliklerini, toplumsal konumlarını.

Mesela menfaati gereği ev sahibi olan Aydın’a ve ailesine hep dalkavukça hep alttan alır davranan imamın, arkasını döner dönmez  yüzünde beliren nefret ve isyan ifadesi.

İnsanların söyledikleriyle yaptıkları arasındaki çelişkilerle kendilerini ele vermeleri…

“Aydın” Aydın’ın başka birinde görse kim bilir ne nutuklar atıp eleştireceği el öptürme sahnesi…

Kız kardeşinin “kötülüğe iyilikle karşılık verme” düsturu icat edip,  ayrıldığı kocasına dönmek için kendine bahane yaratma çabası… Fakat bu düsturu kendi dışındakilere uygulamayı aklından bile geçirmemesi…

Aydın’la evliliğinde umduğunu bulamayan genç eşinin kendini kanıtlamak, hayatına anlam katmak için yine kocasının imkânlarından faydalanması…

Hepsi insanın halleri, insanlık halleri.

O hallerin bütün netliğiyle ortaya çıkması için filmde seçilenden daha uygun bir coğrafya, bir çevre, bir mekân bulunmazdı herhalde.

Yönetmen o atmosferde bir laboratuvar kurmuş, insanları mikroskop altına almış, seyirciye, özelde aydın kesime, “işte sen busun” diyor.

Her daim kendinden başka herkesi ve her şeyi tenkit etmek, bu tavrı halkın genel eğiliminden farklı kılan tek yanının bir felsefeye oturtma çabası olduğunu düşünmemek.

Tembelliğin, yetersizlik endişesinin, cesaretsizliğin yapılacak işleri, gelen önerileri küçümsemeye, hafif görmeye dönüşmesi.

“Kış uykusuna” yatmaya öylesine elverişli bir iklim ki türlü mazeretler uydurulabilir kendini kandırmak istersen. Gitmemek için hep bir sebep vardır nasılsa… Yollar kapalıdır, uçaklar kalkmaz, tren rötar yapar…

İnzivalar kendi kendisini sorgulamaya götürür insanı. Birkaç kişinin bir araya “hapsolduğu” ortamlar ise birbirleriyle hesaplaşmaya.

Aile ilişkilerinde yılların biriktirdiği kırgınlıklar, kızgınlıklar karşılıklı iğnelemelerle, incitmelerle kusulur…

Alınganlıklar artar…

Kış uykusundan uyanmayı göze alamayan insanlar ya kendilerine acır ya o kıstırılmışlık duygusuyla acımasızca etrafındakilere saldırır…

Kimi de dünyaya açılmak yerine dünyasını küçültmekte bulur çareyi.

Arkadaşım Serpil Demirtaş “görsel bir roman” diyor Kış Uykusu’na.

Siz seyirci olarak filmin görselliğinden, o muhteşem ve eşsiz manzaradan büyülenmiş olarak çıkıyorsunuz sinemadan.

Kendilerini alışkanlıklarının kolaylığına tutsak edenler, o büyülü yerde bir süreliğine kalıp gidenlerin arkasından bakakalıyorlar sadece.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ahmet Altan’ın dünya turu ve Nobel

Ahmet Altan cezaevindeki hücresinde anılarını yazarken “Ben sizi unutacağım ama siz beni hatırlayacaksınız” demiş...

Yazar, hayal gücü ve dünyayı dolaşmak

Ben bu defa müjdeler getiren bir eylül bekliyorum

Ahmet Altan’dan bir armağan

Washington Post’un 2017nin En Önemli 50 Kurgusu listesinde Ahmet Altan’ın ABD’de Endgame adıyla yayımlanan romanı da var