Kafka’nın istisnasız her yapıtının bir magnum opus olduğuna birçok eleştirmen ve okurun hemfikir olduğu bir dünyada Kafka’nın eserlerini onu aziz ilan etmeden incelemek bir o kadar ‘büyük bir iş’ olsa gerek. Günther Anders Kafka’dan Yana Kafka’ya Karşı adlı incelemesinde bunu ziyadesiyle başarmış.
Peki, Kafka yakın arkadaşı Max Brod’a ölümünün hemen ardından tüm yazdıklarının yakılmasını tembihlerken, hakkında 11.000’den fazla inceleme yazılan bir yazar haline geleceğini öngörmüş müydü acaba? Bu yazıların hemen hemen hepsi Kafka’nın ismini büyük harflerle yazarak onu haddinden fazla kutsamakla meşgul. Bu da yapıtlarının ayrıntılı bir şekilde ve çok yönlü incelenmesini olanaksız hale getirmiş ne yazık ki. Çünkü onun adı, yapıtlarından önce geliyor. Oysa güncesine yazdıklarına bakılırsa, yazma eyleminin Kafka için önceliği ve önemi gayet açık: “Yazma eyleminin, yaradılışımın en verimli yönü olduğu ortaya çıktığında, tüm gücüm bu noktada odaklaştı ve cinselliğin zevklerine, yemeye, içmeye, felsefi düşünmeye, özellikle müziğe yönelen tüm yeteneklerimi ortada bıraktı. Bu yanlarımın tümünde zayıf düştüm. Bu da zorunluydu, çünkü sahip olduğum tek tek güçler bir bütün olarak o denli azdı ki, ancak hepsi bir araya geldiklerinde yazma amacına biraz olsun hizmet edebilirlerdi.” Yazmaya bu denli tutkun bir yazar için, adının yapıtlarını gölgelemesi hiç arzu etmediği bir durum olsa gerek.
Her sözcüğün çevresi kuşkularımla sarılıdır, diyen bir yazar Kafka. Yazma konusundaki bu titizliği karşısında okunmaya yönelik isteksizliğinin, hatta ürkekliğinin sebebi neydi? Anlaşılmama korkusu mu? Eserlerindeki karakterlerin ortak özelliği dışlanmışlık idi. Kafka da kendini fazlasıyla dışlanmış hissediyordu aslında. Dünya’nın dışına itilmişliği hem olağan hem olağandışı, hem gerçekçi hem gerçeküstü bir üslupla anlatma beceresine haiz bir kalem erbabının kendi kaderi ve geleceği hakkında endişeler taşıması son derece anlaşılır. Belki tam da bu yüzden, çok iyi bir yazar olduğunu bildiği, en azından sezinlediği için yapıtlarının küle dönüşmesini istemişti Kafka. Halbuki ölümünden sonra, hiç istemediği kadar benimsenmiş, yüceltilmişti.
O, tıpkı Borges gibi, bir evren kurucudur. Her eserinde birbirinden farklı evrenler yaratmıştır, öyle ki her evren okurun imgelem gücünü harekete geçirir ve okur ipucu olarak bırakılan metaforların izin sürdüğü bir labirentte dolaştığı hissine kapılır.
“Kafka’dan Yana Kafka’ya Karşı” onun yapıtlarını gözümüzdeki çapakları temizleyerek anlama imkanı sunan sıradışı bir inceleme. Anders’in dili bir uyarı fişeği gibi okurun zihnini harekete geçiriyor, Kafka’ya yönelik yeni bir bakış açısı, terütaze bir bilinç kazanmasını sağlıyor. Bir aziz, hatta ilah haline getirilen Kafka’nın ötesinde, gerçeğe çok daha yakın görünen bir Kafka takdim ediyor. Yukardan bakmayan, alttan da almayan bir yaklaşımla bambaşka bir Kafka okumasıyla baş başa bırakıyor okuru.
Kafka’nın ilk yapıtından son yapıtına dek metinlerinin her birini üslup, dil, diyalog ve metaforlar açısından tahlil etmenin yanı sıra, Kafka’nın şahsi karakterinin ve düşüncelerinin eserleri üzerindeki izdüşümlerini ve bugüne dek yapılmış Kafka okumalarını da incelemiş G. Anders. Kafka’dan yana olmanın ve Kafka’ya karşı olmanın çok daha ötesinde, çok daha dışında bir yerde, son derece tarafsız bir bölgede duruyor Anders’in bakış açısı.
Basmakalıp değerlendirmelerle sınırlı bir alana mahkum edilen zihinlerin pasını alıyor, okurun görüş açısını genişletiyor ve Kafka’nın alt metni son derece kuvvetli olan yapıtlarını onu ilahlaştırmadan anlama fırsatı sunuyor. Aynı zamanda Husserl’dan Heidegger’e hem fenomenolojik hem ontolojik açıdan inceliyor söz konusu yapıtları.
G. Anders, Kafka’nın karakterlerinin kendini kanıtlama çabasından ibaret olduklarını belirtiyor, aslında eserlerindeki karakterlerin kendini hiçbir yere ait hissetmeyen Yahudilerin gölgesi olduğunu söylemeden edemiyor. Anders’a göre, Kafka’nın tüm yapıtları hiç ‘Yahudi’ kelimesi geçmemesine rağmen hep Yahudiler hakkındadır.
Başkaları tarafından görmezden gelinen, yokmuş gibi davranılan, ciddiye alınmayan veyahut sürekli yanlış anlaşılan karakterlerde sadece unutulan, dışlanan, yersiz yurtsuz Yahudi ırkının trajedisini değil, kadrajı biraz genişletirsek muktedirin kendi varlığını korumak ya da sürdürmek adına hor gördüğü hatta yok saydığı tüm ezilen halkların mağduriyetini görmek mümkün değil midir? Sadece Yahudi sorunuyla sınırlayacak olursak, Kafka’nın Yahudi sorununu hangi yönlerden ele aldığının da izini sürüyor G. Anders.
Öte yandan, Kafka geleneksele kafa tutan biri miydi ve bunu hangi anlatı yöntemleriyle nasıl yapıyordu? Günlük yaşamını işleme konulmamış bir dosya gibi sürdüren insanın nasıl nesneleştiğini okuruz onun eserlerinde. Kafka, hem dış dünyada hem iç dünyasında kendini sürekli hapishanede hisseden insanı yapıtlarında hangi metaforları kullanarak tasvir ediyordu?
Kafka’nın ontolojik kaygılarını sadece var olmak üzerinden okumak, var olmamayı da bir görünme yöntemi olarak bilinçli bir şekilde tercih eden bir yazarın yapıtlarını eksik anlamamıza yol açmaz mı? Anders tam da bu eksiği gideriyor işte. Her okurun onun yapıtları aracılığıyla kendi evrenini özgürce yarattığı bir dünyada okuru, ilk defa Kafka’nın şahsi dünyasıyla ve hakikatiyle buluşturuyor. Özne ile dünya arasındaki uyumsuzluk, Don Kişot gibi sorulmamış soruları yanıtlayan roman kahramanlarıyla değil, aksine sürekli soru soran ancak hiçbir zaman yanıt alamayan birilerinin varlığıyla anlatılır.
Kafka’nın karakterleri birey olamamış kişiler değildir, bireyliği elinden alınmış kimselerdir. Yani bireyden hiçkimseliğe doğru bir gidişatın çekişkilerle dolu trajedisini okuruz. Dönüşüm’de olduğu gibi, hiçkimseliği ‘olağan görülen’ birinin kendini sorgulama sergüzeştini seyrederiz. Yapıtlarındaki tedirginlik aslında tedirginliğin altını çizmesinden ötürü değildir, aksine dünyanın tüm kötülükleri sıradan bir şeymiş gibi karşılamasının ürperticiliği nedeniyledir.
Kafka yasaların sadece güçsüzler için yapıldığı bir dünyada insanın otoriteyle ilişkisine, dini tavırlarla estetik yaklaşımlar arasındaki farka yeni bir yorum getirmişti. Günther Anders işte buna birçok soruya yanıtlar arayarak açıklık getirmiş: Dava’nın K’sı modern dünyanın Don Kişot’u mudur? Ceza Sömürgesi’nde günah ve ahlak mefhumlarını nasıl ele almıştır? Bir Sarhoşla Konuşmalar’la Descartes’ın meşhur sözü cogito ergo sum’un kanıt gücünü nasıl etkisiz bırakmıştır? Kafka’nın sembolleri mefhumları mı görüntüleri mi yoksa anlık durumları mı görselleştiriyordu? Peki, Kafka’nın kitapları dinin dört dörtlük işleyişini, yani ritüelciliği mi ön plana çıkarmıştır? Kafka’nın dilini ‘protokol dili’ olarak gören G. Anders’in protokol diliyle kastettiği aslında nedir?
Kafka’dan Yana Kafka’ya Karşı’da Günther Anders, Kafka’nın tüm eserlerini farklı temler ışığında incelerken konuyu dağıtmadan hep avucunun içinde tutuyor. Bu da hem tek solukta okunabilecek bir inceleme ortaya çıkartmış, hem de notlar alıp sık sık geri döneceğiniz bir kılavuz. Kafka’nın dünyasını yeniden dolaşmak için başvurulması gereken bir yol rehberi aynı zamanda.
@NarDogu