Bir yara kapanmadan yenilerinin açıldığı, her birinin hızla unutulduğu bir yerde geçmişin ertelenen hesabını gelecek kuşaklar adına sormanın yolu evvela hatırlamaktan ve hatırlatmaktan geçiyor. Hatırlamak için önce anlamak, anlamak için ise sorgulamak gerekiyor.
Bugün yaşadıklarımız geçmişte yaşanan acı olayların zincirine takılmış birer halka. Zincir uzadıkça esaretimiz artıyor. Bu zinciri kırmak için evvela gerçeğe ulaşmak şart. Menfaatler doğrultusunda şekil alan, mevsimine göre değişen geçici hakikatten söz etmiyorum. Sözlü tarihe de söz hakkı verilerek ortaya çıkartılan, sahte olmayan belgelerin ışığında bilimsellik kazanan gerçeğe ulaşmayı kastediyorum. Yıllardır 6-7 Eylül olayları hakkında yazılanlara bile burun kıvıran, iki dakikasını ayırıp okuma zahmetine katlanmayan bir güruhtan konuyla ilgili, internetten bile ulaşabilecekleri bilimsel makaleleri, tezleri okumalarını ve hatta bunları tartışmalarını beklemenin safiyane bir tutum olduğunu bile bile.
Gayrimüslim halkın, haklılıklarının teslim edilmesine ve itibarlarının iade edilmesine ihtiyaçları var. Çünkü onların göz kenarlarında birer çizgi olarak duran kederlerinin, buruk gülümsemeleriyle gizlemeye çalıştıkları acılarının paylaşılmasını bekliyorlar. Bunun için, yaşanan felaketin maddi sorumlularının ilan edilmesinin gerekliliği kadar bu mağduriyet ve kıyımla alakalı kullanılan dilin hassasiyeti de büyük önem arz ediyor.
Çoğunluğun halen sağır ve kör olma tavrını koruduğu ancak azınlıkta kalan bir avuç insanın inat ve sabırla her sene adına bir şeyler karaladığı 6-7 Eylül olaylarının arka planında neler var, bu yağma nasıl meydana geldi, kamuoyuna nasıl yansıdı, akıbetinde neler yaşandı, bunları öğrenmek için kaynakları biraz karıştırmak kâfi.
Ulvi Keser, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi’nde "KIBRIS SORUNU BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE 6/7 EYLÜL 1955 OLAYLARINA KESİTSEL BİR BAKIŞ" adlı yazısında şunları söylüyor:
“21 Kasım 1949 tarihinde Birleşmiş Milletlere müracaat eden Yunanlar “Anavatan Yunanistan’la birleşmek için self-determinasyon hakkının halkımıza tanınmasını istiyoruz” diyerek adanın Yunanistan’a ilhakını talep eder ve 15 Ocak 1950 Pazar günü7 Kıbrıs adasında Makarios’a göre “Neticesi önceden belli olan” bir plebisit yaptırırlar. Seçime katılan toplam 224.700 seçmenden 215.108’inin (%96’sı)8 lehte kullandığı oylarla Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı sonucu çıkar; ancak Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını sağlamak amacıyla Rumların başlattığı taşkın hareketlere karşı sert tedbirlerin alınacağının duyulması üzerine Rumlar ada sathında 12 Ağustos tarihinden itibaren protesto ve grevlere başlarlar. Neticede 17 Aralık 1954’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 8 çekimser oya karşılık 50 oyla Kıbrıs meselesinin şimdilik görüşülmemesi kararına varır.”
Demokrat Parti döneminde oy toplamak kaygısıyla imtiyazlar tanınan, vaatlerde bulunulan Rum halkıyla ve dış ilişkilerin dostluk yönünde pekiştirildiği Yunanistan’la yol ayrımına gelindiğinin sinyallerini veren olay bu. Hükümetlerin azınlıklarla ilişkisi aynı hikâye üzerinden ilerliyor. Seçim öncesi vaatler, menfaatin bittiği yerde sırtını dönme ve yetinmeyip üste çıkarak imha etme. Bugün Sur, Nusaybin ve diğer yerlerde yaşananların temelinde de aynı yaklaşım yatmıyor mu?
Yaşananların öncesinde aslında “Türkleştirme “politikaları uygulanarak halk devlet eliyle yeniden tanzim edilmişti. Örneğin, Devlet Demir Yolları İşletmesi'nin gayrimüslim personelinin hepsinin işine son verilmişti. "Avukatlık Kanunu" olarak anılan yasa gereği, 1924 yılında 960 avukatın "iyi ahlaklı" olup olmadığı değerlendirildikten sonra tam 460 avukatın çalışma izni iptal edildi. Bu sayı, Yahudi avukatların yüzde 57'sine, Rum avukatların ise üçte birine tekabül ediyordu.
(Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 EYLÜL OLAYLARI)
Erciyes Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent Doktor olan Serdar Sakin, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi’nde (Cilt: 3 Sayı: 12 2010) yayımlanan “6-7 EYLÜL 1955 OLAYLARI SONRASINDA TÜRK KAMUOYUNUN TUTUMU” adlı yazısında, yaşanan olaylardan sonra hükümetin ve kamuoyunun takındığı tavırla ilgili araştırmalarını sunmuş.
Aynı adlı yazısında olayların ardından şöyle açıklamalarda bulunulduğuna değiniyor: “Vatandaşların maruz kaldıkları zararlar telafi ve tazmin edilecek (Akşam, 7 Eylül 1955: 1), zarar gören vatandaşlara yardım yapılacak (Vatan, 10 Eylül 1955: 1) vatandaşlarımızın maruz kaldıkları zararları süratle telafi ve tazmin hiç şüphe yok ki, devletlik vasfının icaplarındandır ve bu icap yerine getirilecektir (Milliyet, 7 Eylül 1955: 1), maddi zararların telafisi için elden gelen fedakârlık yapılacak(Vakit, 10 Eylül 1955: 1, Milliyet, 10 Eylül 1955: 1)”
Peki, vaat edilenlerin ne kadar yerine getirildi? Bugün de hükümet başta Sur olmak üzere tahrip edilen bölgelere yapacağım yatırımlardan dem vuruyor. Tablo ne kadar tanıdık!
Apoyevmatini gazetesi de 21 Eylül tarihli nüshasında “Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri derhal olayları kınadılar ve bir daha tekrarlanmayacağı sözünü vermenin ötesinde, meydana gelen zararların da tazmin edileceğini açıkladılar. Yaşanan üzücü olayların ilk şoku geçtikten ve insanların acıları biraz hafifledikten sonra resmî ağızlardan gelen teselli ve teminatlar bizleri oldukça ferahlattı…”
Embros gazetesi ise 15 Eylül 1955 tarihli nüshasında şu yazıya yer vermiştir: “Burada, yerimizde kalacağız. Kiliselerimizi yeniden yapmak, ölülerimizi gömmek, okullarımızı, işyerlerimizi, evlerimizi toparlamak için Rumlar düştüğümüz yerden doğrulacaklar ve yerimizde kalacağız. Açılan yara daha çok taze. Bunu görüyoruz ve biliyoruz. Ancak şifa bulmaz bir yara da değil… Kaybettiğimiz güven duygusunu devlet bize tekrar kazandırmalıdır. Şüphesiz bu güven duygusu, sırtımızı sıvazlayıp bu da geçer demeleri ile geri gelmeyecektir…”
Bugün de yapılan sırt sıvazlamaktan, ‘bu da geçer’ demekten farksız. Aynı anlayış, aynı tavır hüküm sürüyor. Maddi zarar tazmini kadar mühim ve elzem olan bir şey daha var: Acıyı paylaşmak ama samimiyetle!
Kırklareli Üniversitesi’nden Erhan Ayaz, “6-7 EYLÜL OLAYLARININ TÜRK GAZETELERİNDEKİ YANSIMALARI” adlı yazısında şunları yazmış:
“Milliyet Gazetesinin 8 Eylül tarihli haberine göre 2057 kişi tutuklanmıştır. Aynı tarihli Vakit gazetesine göre ise 2032 yağmacının ifadesi alınmış bunlardan 25’i tutuklanmıştır.”
“Maliye Bakanlığı derhal bankalara bir tebligatta bulunmuştur. Tebligata göre: Zarar gören esnafa kredi kolaylığı tanınacak; Bankaya olan borçları ileri bir tarihe ertelenecek ve bir yardım komitesi kurulacaktır (Akşam, 1955: 1). Yardım komisyonu 14 Eylül tarihi itibariyle çalışmalarına başlamıştır.”
Dilek Güven’in “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 EYLÜL OLAYLARI” adlı kitabında yazdıkları dönemin perde arkasını anlamak ve şartları ona göre değerlendirmek açısından oldukça bilgilendirici, elbette kitabın tamamını okumanızda fayda var, sadece bazı bölümlerini alıntılıyorum.
“Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı, bu tarihten sonra Türkiye'de yatırım yapmaya çekinir oldu.672 Türk Ticaret Odası Konseyi'ndeki gayrimüslim üyelerin oranı 1955'te yüzde 10 iken, 1960'a kadar yüzde 6'ya düşmüştü; 1963'te ise toplam üye sayısının sadece yüzde 4'ünü oluşturuyordu. Bu tarihte konseyin Ermeni ve Rum üyesi kalmamıştı, gayrimüslim üyeler yalnızca Yahudilerdi.”
“Saldırıların ardından, 11 Eylül 1955'e kadar sayısı 1.500'ü bulan ihbarlar üzerine, polis evlerde arama yapmıştır.162 Yalnızca bir gün içinde, Beyoğlu'nda 225, Eminönü'nde 307, Beşiktaş'ta 67, Üsküdar'da 52, Fatih'te 29, Şişli'de 10 ve Büyükada'da 1 evde arama yapılmıştır.l63 Bu aramalarda polis 6.032 farklı eşya, 637 parça mücevher, 45.915 TL tutarında para ve 8 çelik kasa ele geçirmiştir.164 Haliç, Beyoğlu, Fener ve Edirnekapı'da, aramalar nedeniyle korkmuş olan yağmacıların çalınan eşyaları gizlemek için yaptıkları depolar bulunmuştur.165 Hatta Kasımpaşa, Şehremini, Beyoğlu, Yedikule ve Mecidiyeköy'de, çalıntı eşyalar evlerin önüne, sokaklara ya da boş arsalara konulmuştur.166 13 Eylül 1955'e kadar 899 ev aranmış ve 18.655 farklı eşya, 91.699 TL tutarında para, 8 çelik kasa, 612 parça mücevher, 300 altın lira ve 74 saat bulunmuştur.l67Yağmalanan eşyalar İstanbul'dan çıkarılmaya çalışıldığı için, polis ayrıca araba, kamyon ve trenlerde de çalıntı eşya araması yapmıştır.”
“Balıklı Hastanesi baş- hekiminin ifadesine göre, hastanede 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür.”
Dilek Güven, Yorgos Adosoğlu ile yaptığı mülakattan aktarıyor:
"Ahlaka aykırı davranışlar da vardı. Mesela, evlerde kadınlara tecavüz ediliyordu. O gün, çok tecavüz oldu. Kadınlar sonradan Yunan Konsolosluğunu haberdar ettiler. O zaman polisler sivil olarak bana geldiler, doktor olduğum için. Hastaneye gittik, ama kadınlar orada susuyordu. Bunun üzerine polise sordum: 'Evli misin?' 'Evet' dedi. 'Bir gecede 500 kişi senin karını ya da kızını taciz etse, sen ne anlatırdın?' Susacağını söyledi. Kadınların suçu yok. Failleri resmi makamlara ihbar ediyor, ama olayın herkesçe bilinmesini istemiyorlardı. Bu genç kızların pek çoğu sonradan evlendiler. Delikanlılar, bundan sorumlu olmadıklarını söyleyerek, buna rağmen onlarla evlendiler."
Rivayet odur ki Celal Bayar, dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’e herkesin duyacağı şekilde “Galiba dozu kaçırdık!” demiştir.
Bugün devam etmekte olan kıyım ve yağmalamalara baktığımızda o doz aşımı had safhada değil mi artık!
@nardogu