Attila İlhan’ın unutulmaz dizelerini biraz değiştirerek, sevmek sözcüğü yerine özgürlük sözcüğünü koyarak, “Özgürlük kimi zaman rezilce korkuludur/ insan bir akşam vakti ansızın yorulur çıplak ustura ağzında yaşamaktan” diye bağırmak istiyorum. Bu ülkenin, ustura ağzından da keskin, bağnaz düşünce zaptiyeliği ikliminde çırpınıp durmaktan yorgunum.
Tek doğru benim doğrum, tek yol benim yolum, tek inanç benim inancım, tek makbul düşünce benimki zihniyeti bu ülkede sağcısıyla solcusuyla, Müslümanıyla laikiyle, cumhuriyetçisiyle şeriatçısıyla toplumun ezici çoğunluğunun genlerine kazınmış durumda. 1923 Cumhuriyeti’nin “tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak” düsturu; o cumhuriyeti tersyüz ederek “17. Türk İslam devleti”ni kurma çaba ve hayalleri içindeki siyasal İslam’ın temel düsturu oldu. Tekciliği sona erdirmek, çoğulcu bir toplum yaratmak vaadleriyle iktidara gelen AKP, bugün tekciliğin merkezi haline gelmiş durumda.
Tekçilik her türlü özgürlüğün sonu demektir
Tek doğru, tek inanç, tek ideoloji özgürlüklerin, demokrasinin, düşüncenin, bilimin gelişmesinin sonu demektir. Toplumsal- siyasî anlamda ise dayatmacılık, diktatörlük, baskı, zulüm demektir. Taş devrinden bu günlere insanlık bilimde, siyasette her türlü bağnaz, tekci düşünce ve despotlukla mücadele ede ede gelmiştir ve bu mücadele sürmektedir.
Bu satırları, Cumhuriyet gazetesinde Nuray Mert’in yazılarına son verilmesi üzerine yazıyorum. Nuray Mert’in, evrim konusunda olsun müftülük nikahı konusunda olsun, görüşlerine katılmıyorum. Aynı gazetede görüşlerine, üsluplarına hiç mi hiç katılmadığım başka yazarlar da var. Böyle bir çeşitliliğin okur açısından olduğu kadar gazete yönetimi açısından da zenginlik olduğunu düşünüyorum. Kişilik yıpratmasına, haysiyet cellatlığına soyunmadan, hakaret etmeden, ihbar etmeden farklı görüşler gazete içinde de tartışılabilmeli; okur bütün görüşlerden haberdar olup kendi düşüncesini özgürce üretmeli. Hele de eğitimli, nitelikli okuruyla övünen Cumhuriyet gibi bir gazetede… Ama, ah o genlerimize işlemiş tekcilik! Ah o “benden farklı düşünen, benim doğrumu kabul etmeyen susturulmalıdır” anlayışı…
Korsan saldırısına uğramış kaptansız gemi
Cumhuriyet gazetesi (ki şu günlerde bütün eksiklerine rağmen tek bağımsız muhalefet organı durumunda) son derece kritik bir var olma-yok olma savaşı veriyor. İktidardan gelen hukuksuz ve amansız saldırı, içerdeki ve dışardaki tekçi ideoloji zaptiyelerinin arkadan dolanma yöntemleriyle ağırlaşıyor. Geminin kaptanları tutsak edilmiş, dışarda kelle koltukta savaşmaya çalışanların elleri kolları bağlanıyor, gazete teslim alınmaya çalışılıyor. Nuray Mert’in, belli bir okur kitlesini ve gazetedeki bazı yazarları rahatsız eden yazılarına son verilmesi bu güç koşulların yönetimi zorlamasının ürünü gibi geliyor bana. Anlaşılan; mevcut yönetim, bu kadar güçlük arasında bir de bu sorunla uğraşmayayım havasına girdi, geriledi ve tekçiliğe teslim oldu.
İktidarla işbirliği içinde, Cumhuriyet’i kendi hırslarına ve bağnaz ideolojilerine kurban etmek isteyenler bir raunt kazandılar. İlkeli ve dik durulmazsa bununla yetinmeyecek, kelle istemeye devam edeceklerlerdir. Tıpkı iktidar gibi, OHAL yargısı gibi, onların asıl hedefi gazetenin içerdeki yöneticileridir.
Büyük olasılıkla, bu tasarruf Cumhuriyet gazetesi ilkelerine dayandırılacaktır. Ama o ilkeler arasında “aklın bağnazlıktan kurtulması” da var. Akıl bağnazlıktan farklı görüşlerin, düşüncelerin özgürce dile getirilmesiyle, tartışılmasıyla kurtulur, onları dışlayan ve susturan tekçilikle değil.
Nuray Mert’in son yazılarının başta İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay ve Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu olmak üzere bunca Cumhuriyet mensubunu aylardır hapislerde tutan, hâlâ da tutmaya devam eden AKP savcılarının-yargıçlarının, gazetenin politikasının değiştirildiği suçlamalarına (Bu nasıl bir suçsa!) delil olacağını, öte yandan da tektipçi ideolojik bağnazların değirmenlerine su taşıyacağını biliyorum. Açık sözlü olursam, yazarın, gazetenin şu güç günlerinde yeterli özeni göstermediğini, gazeteye neye mal olacağını hesaplamadığını düşünüyorum. Ancak bu yazılar “Ama o da….” diyerek ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının mazereti olamaz, olmamalı. Saldırılara karşı tek etkili silah düşünce ve ifade özgürlüğünü tavizsiz savunmak, gazetenin çoğulcu demokratik çizgiye oturma çabalarını güçlendirmekti; başarılamadı.
Cepheleşmekten, kutuplaşmaktan yakınıyorsak eğer…
Cumhuriyet gazetesindeki gelişmeler sadece bir örnek. Yürekten benimsediği bir metni, kendisinden farklı düşündüğü için hoşlanmadığı birinin imzası olduğu gerekçesiyle imzalamayanların; HDP’liler destek verdi, kimi Müslüman muhafazakârlar da katıldı diye Adalet Yürüyüşü’nde “vatan hainleriyle birlikte” yürümem diyebilenlerin; şort giyene saldırmanın ahlaka uygun ve mubah olduğunu düşünenlerin; örtülüyü, dindarı medenileştirilmesi gereken ikinci sınıf vatandaş saymanın cumhuriyetçilik, ilericilik olduğunu sananların; kendi doğrusundan başka doğru tanımayanların; farklı düşüneni, farklı yaşayanı yok edilmesi gerekli, zararlı unsur sayanların ülkesi burası. Ve ne yazık ki Cumhuriyetçisi AKP’lisi, yok aslında birbirimizden farkımız; hepimiz aynı tekçilik mikrobunu almışız.
Şikâyet ettiğimiz, tehlike olarak gördüğümüz cepheleşmeyi, kutuplaşmayı Erdoğan iktidarı (ve hakaretamiz tarzıyla, saldırgan üslubuyla bizzat Erdoğan) vahim biçimde körüklüyor, şiddetlendiriyor. Ancak cepheleşme, bir tekciliğin yerine başka bir tekciliği geçirerek aşılamaz. İfade özgürlüğünü sadece kendi düşüncesinin özgürlüğüyle sınırlayan, farklı düşünceyle tartışmak yerine onu yok etmeye çalışan zihniyet cepheyi tahkim eder. Unutmamamız gereken “cephe”nin bir savaş terimi ve savaş yapısı olduğudur.
Azınlıkta da kalsak, Türkiye’de bu yazıdaki düşüncelere katılan her kesimden gerçek demokratlar, özgürlükçüler olduğunu biliyorum. Onlar her iki cephenin de saldırısına uğruyorlar. Ama yılmamamız, pes etmememiz gerekiyor. Düşmanlaşmadan uyarmamız, yok etmek yerine konuşmamız, uzlaşmamız; cepheleri delmemiz gerekiyor. Yapabilecek miyiz? En azından kendi vicdanımız ve etik duruşumuz adına denememiz gerek.