25 Mayıs 2016

Sevgili Tarık Ziya Ekinci Ağabeyim! Keşke haklı olmasaydın

Türkiye 2010’dan bu yana attığı her adımda, Türkiye’nin üyeliğine kuşkuyla, korkuyla yaklaşanlara haklılık kazandırdı

Ömrünü Türklerin, Kürtlerin, herkesin demokratik bir Türkiye’de eşit haklı yurttaşlar olarak barış içinde yaşaması mücadelesine vermiş Tarık Ziya Ekinci’nin dün t24’te çıkan “Yarından sonra ne olacak?” yazısı, beni aynı konuda yazmaktan kurtardı. Dört başı mâmur bir saray çalımıyla; Ergenekoncular, MHP, bir bölümü CHP’de yuvalanmış her “soydan ve boydan” ulusalcı kesimin desteğiyle gerçekleştirilen bu darbe, rejimin değiştirilmesinde, otoritarizmden totalitarizme geçişte önemli bir adım olarak tarihe geçecek. Yarından sonra Tarık Ziya’nın kısaca özetlediği gelişmelere ve daha da fazlasına hazır olmamız gerek.

Dünyaya ve geleceğe farklı bakan; “Başka bir dünya mümkün” derken, sizin benim anladığımız yeni dünyayı değil de birkaç yüzyıl geriye dönük bir Müslüman ortaçağını özleyen, kendine özgü bir cihatçılıkla önce bölge, sonra çağ hâkimiyeti hayalleri kuran, Batı ve evrensel kültür düşmanı psikopatik bir zihniyetle karşı karşıyayız. Hangi yöntemlerle nereye kadar gideceğini hesaplamamız oldukça güç. Hasmınızı, düşmanınızı anlarsanız, nasıl mücadele edeceğinizi bilir, planlarsınız; aksi halde nereden geleceğini bilemediğiniz, hesaplayamadığınız saldırılarla karşı karşıya kalırsınız.

 

AB çıpasından kurtulmanın dayanılmaz hafifliği

 

Kısa süre öncesine kadar AB’ye üyelik beklentisi, Erdoğan iktidarının antidemokratik adımlarının, çalımlarının, uygulamalarının önünde bir çceşit çıpa işlevi görüyordu. Tarık Ziya Ekinci’nin her zaman altını çizerek savunduğu AB üyeliğini; demokrasinin geliştirilmesi, evrensel değerlere ve hukuka uyum, çoğulculuk, Kürt sorununun barışçı çözümü, vb. konularda önümüzü açacağı için savunmuş olan ben ve benim gibiler AB’nin bir cennet olmadığını, zaaflarını, kapitalist tekellerin birliği ve neoliberal politikaların uygulama alanı olduğunu AB karşıtı izolasyonist ulusalcılardan ve kendini sol sanan kimi keskinlerden daha iyi biliyorduk.

Ancak, kof sol slogancılık ve acilcilik yapmadan gündelik siyaset penceresinden bakıldığında, her an tehdit altında olan kırılgan demokrasi açısından AB’ye üyelik süreci, dalgalara kapılıp geminin kayalıklara toslamasına karşı dibe saplanmış bir çıpaydı.

Bir arkadaşımın deyimiyle, bizler AB’yi değil AB’ye tam üyelik yolunda devletin/hükümetin çoğu zaman kendilerine rağmen adımlar atmak zorunda kalmasını seviyorduk. Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin aday üyeliğe kabulü sürecinde, o günlerde AB’ye kesinlikle karşı olan CHP ve ulusalcı cephenin itirazları karşısında “Biz de Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar yolumuza devam ederiz” sözü, AB çıpasının öneminin belirtisiydi.

Gün geçti, devran döndü. Demokratik kriterlerin hiçbiri yerine getirilmeden, kerhen kabul edilmek zorunda kalınanlar da uygulamaya yansımazken, Erdoğan zaten kan uyuşmazlığı yaşadığı ve totalitarizme geçişte ayak bağı saydığı AB’ye, “Eyy Avrupa Birliği!” naralamaları arasında parmak sallayıp “Biz AB’ye değil, AB bize muhtaç” noktasına geldi.

Bu noktaya gelinmesinde, bir Hıristiyan kulübü olmayı yeğleyen, başına yeni bir bela almaktan korkan, zaman zaman kendi değerlerine ihanet eden, kendi içinde sorunlar yaşayan AB’nin payını hiç gözden kaçırmıyorum. Ama Türkiye 2010’dan bu yana attığı her adımda, Türkiye’nin üyeliğine kuşkuyla, korkuyla yaklaşanlara haklılık kazandırdı.

 

AB Türkiye’ye asılmalıdır

 

Çocuktan al haberi misali Cumhurbaşkanı Baş Danışmanı sıfatlı, kendisini yakından tanıyanların mitomanik ruh halini aktardıkları Yiğit Bulut, (hani Gezi olayları sırasında Erdoğan’ın telekineziyle öldürüleceğini falan iddia etmişti) birkaç gün önce Batı ile ilişkilerde beklenmedik gelişmeler olabileceğini, ayak bağı AB ile bağların koparılabileceğini, gümrük birliği anlaşmasının gözden geçirilebileceğini tehditkâr bir üslupla yazdı. Ve dün Times gazetesinin başyazısında, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin askıya alınması gerektiğini ileri süren, “Türkiye AB üyeliğine uygun mu?” başlıklı bir yazı çıktı.

Bağımsızlığı Batı dünyasından kopmak, kendi ceberrut devleti ve diktatörüyle içine kapanmak sanan sağlı sollu milliyetçilerin/ulusalcıların aksine, yaşadığımız şu dönemde Batı’nın ve parçası olmaya çalıştığımız Avrupa’nın Türkiye’ye sıkıca sarılması ve denetimini artırması gerektiğini düşünüyorum. Artık çok aşınmış da olsa AB çıpasını çekip su alan Türkiye teknesinin batmasına gözyummak, Avrupa’nın yüzlerce yıllık insan hakları ve demokrasi mücadelesinin sonucunda kazanılmış kendi değerlerini de hiçe sayması, harcaması olur.

Biliyorum; çözümü dış güçlerde arıyorsun, diyenler olacaktır. Utanç verici bir durum ama ne yazık ki: evet. Çünkü içerde çoğulcu, demokratik, barışçı, çağdaş devlet anlayışını ve evrensel değerleri özümsemiş bir güç yaratamadık.

 

Şekil 1: CHP örneği

 

Niyetim bu aşamada CHP’ye vurmak değil. Ancak dokunulmazlıkların oylanması ve sonrasında bu partinin Anayasa Mahkemesi’ne başvurulması konusundaki tavrı ve söylemi ne demek istediğimi o kadar iyi anlatıyor ki. Bir ana muhalefet partisi düşünün, diktatoryal gidişin ve anayasal rejim değişikliğinin tek değil ama önemli ve simgesel adımlarından biri olan HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve HDP’nin Meclis dışında bırakılması çabalarına karşı durmak bir yana AKP ve MHP ile işbirliği yapıyor.

Hem de bizzat başkanının sürecin anayasaya aykırı olduğunu açıklamasına rağmen. Üstelik, Kürt siyasal hareketiyle aynı saflarda görünmekten ödü kopan ulusalcıların kıskacındaki parti yönetimi, bu tutumuyla kendi partisinin çatlamasına, yara almasına bile razı. İş ki bizzat Erdoğan ve çevresi tarafından dev bir algı operasyonu, yalanlar ve fiilî saldırılarla şeytanlaştırılmış HDP ile yan yana görünmesinler!

Kürt düşmanı, şoven milliyetçi, faşizan zihniyetin ve Erdoğan AKP’si ile sarmaş dolaş yeni Ergenekonculuğun karşısında durmanın HDP’ye kalkan olmak değil, bunun çok ötesinde demokrasi ve rejim sorunu olduğunun farkına varamayan bir zihniyetin muhalefet gücünden söz edilebilir mi? Karanlık günlere doğru dolu dizgin yol aldığımız şu günlerde güçlü ve olabildiğince geniş bir demokrasi bloğunun inşasından başka çaremiz olmadığını kavramak bu kadar mı güç?

İçlerinde azımsanmayacak nitelikte ve sayıda demokratlar olan Müslüman muhafazakâr kesimden laik Kemalistlere, Kürt siyasal hareketinden gerçek liberallere, sosyalistlerden kuruluş ayarlarına bağlı -bu yüzden de dışlanmış- AKP’lilere, yenilikçi sosyal demokratlara kadar; demokrasi, özgürlük, çoğulculuk ve en önemlisi Kürt sorununun barışçı çözümü ortak paydasında buluşanların demokratik birliğinden başka bir çözüm öneriniz var mı?

Varsa buyrun; yoksa kolları sıvayın, sıvayalım. Hayalci miyim? Evet. Ne de olsa 68’liyim ben: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” diyenlerden…

Yazarın Diğer Yazıları

Desteğim DEM Parti'ye, oyum İmamoğlu'na

İstanbul Büyük Şehir'de İmamoğlu'na verilmemiş her oy Cumhur İttifakı'na, özünde Erdoğan'a gidecek

Vicdanını yitirmiş dünyanın vicdanını, ahlakını yitirmiş siyasetin ahlakını savunmak 

Ahlakını yitirmiş siyaset ve onun kadroları aşılmadıkça toplumdaki çürümenin önüne geçmek mümkün değil...

CHP, kuş mu deve mi olacağına karar veremezse…

Tek adam rejiminin yol açtığı toplumsal-siyasal çürümeyi engelleyecek, ortak vatanda hak, hukuk, adalet içinde ortak yaşamı sağlayıp ülkeyi yaşanabilir kılacak güçlü ve -sözde değil özde- demokratik bir muhalefete ihtiyaç var. Ana muhalefet partisinin kendini toparlaması ve demokratik güçleri kendi etrafında toplaması (6'lı Masa gibi değil, turnusol kağıdı Kürt meselesi olan gerçek demokratik güçler) bu yüzden önemli