03 Mayıs 2024

1 Mayıs'ta Taksim'e çıkamamanın sorumlusu kim?

45 bin polisin işe koşulduğu bir ortamda, eski gücünde olmayan sendikal hareketin, uzun yıllardır pasifize edilmiş, aş-iş-ekmek derdindeki emekçi sınıfları Taksim'e çıkarmaya niyeti vardı, ama gücü yoktu

1968 Aralık sonunda  İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden ayrılmama, daha doğrusu atılmama neden olan doktora tezimin  konusu Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu'ydu, Bu konu çerçevesinde Türkiye'de 1 Mayısların tarihi ile epeyce uğraştım. Daha sonraki yıllarda da 1 Mayıslara hazırlayıcı, gazeteci veya izleyici olarak katıldım. Şimdi televizyon kanallarındaki ve kimi köşe yazılarındaki eksik ve yanlış bilgileri,  yorumları, siyasî-ideolojik değerlendirmeleri dinleyip okudukça, birkaç satır karalama ihtiyacı duydum.

Başlıktaki soruya, öncelikle devletin ve iktidar bloğunun güvenlikçi siyaseti de aşan paranoyak saplantılarının, Anayasa hükümlerini ve kararlarını yok sayan hukuk tanımazlığının, demokrasinin d'si ile ilgisi olmayan yönetim anlayışının ve halk korkusunun altı kalın kalın çizilmeden verilecek her cevap eksik ve yanlış olacaktır. 1 Mayıs 2024,  AKP-MHP koalisyonunun aynada yansıyan yüzü, günümüz Türkiye'sinin bire bir fotoğrafıdır. Halkı Taksim Meydanı'na çıkarmamak için İstanbul'da ulaşımı neredeyse bütünüyle durduran, tatil ilan edilmiş bir günde insanları eve kapamakta beis görmeyen, ilan edilmemiş sıkıyönetim uygulayan bütün sorumluların anayasayı ihlâl suçundan yargılanmaları gerekir.

Bu koşullarda Taksim'e çıkmak mümkün müydü?

Bu ortamda, 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlamak isteyen sendikalar, sivil toplum kuruluşları, partiler ve emekçiler; benzeri bugüne kadar görülmemiş yasakları, engelleri ve ablukaları aşarak Taksim'e çıkabilirler miydi? Evet, çıkabilirlerdi ama bir koşulla: Yüz binler barikatları aşarak, vurulmayı, tutuklanmayı göze alarak yürüyebilselerdi.

1976, 1 Mayısını hatırlıyorum. DİSK başta olmak üzere sendikalara hakim olan TKP'nin (Türkiye Komünist Partisi, ki o günlerde illegal bir yapıydı) önderliğinde, yıllardan sonra ilk kez bir meydanda, Taksim'de işçinin ve emekçinin mücadele günü olarak kutlanan 1 Mayıs'a yüz binler katılmıştı.  Neler olabileceğini,  yasaklanıp yasaklanmayacağını son âna kadar bilmiyor, hazırlıkları yüreğimiz çarparak, heyecanla izliyorduk. Tertip komitesindeki sorumlu arkadaşlarımızdan birinin, "Ya bütün yasakları deleceğiz, işçi hareketi üzerindeki ölü toprağını kaldıracağız ya da yıkılan duvarın altında kalacağız," dediğini hatırlıyorum. 

Ölü toprağı sendikaların gücüyle, yüz binlerin azmiyle, coşkusuyla kaldırıldı. Taksim Meydanı 1 Mayıs Meydanı oldu. Derin devletin o zamanlar kontrgerilla olarak bilinen illegal yapılanmasının 1977'de Taksim'i kana bulamasının  amacı, solun, işçi hareketinin, sendikal örgütlenmenin yolunu kesmekti. Yine de, yaratılan korku iklimine rağmen 1 Mayıs 1978'de yüzbinlerin 1 Mayıs Meydanı'na çıkmaları engellenemedi. 

Türkümüzün 1 Mayıs marşı, nakaratımızın " İşçiden işçiden yana esiyor yel" olduğu başka bir dönemdi. Bugün, neredeyse 50 yıl sonra, ne o işçi sınıfı ne de o sendikal hareket var. Yel, artık işçiden yana esmiyor, sendikal hareket ise en güçsüz döneminde. 2023 Temmuz verilerine göre çalışanların sadece yüzde 14,76'sı sendikalı, sendikalı işçilerin çoğunluğu ise Türk-İş (1 milyon 270 bin üye) ve Hak İş (785 bin üye)  gibi sermaye ve iktidarın güdümündeki sendikalarda örgütlü. DİSK ve KESK'in toplam üye sayısı, çeşitli kaynaklarda farklı görünse de, ortalama bir hesapla  165 bini KESK sendikalarında olmak üzere yaklaşık 360 bin civarında.  Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçilerin oranı yüzde 7'yi aşmıyor. Bu açıdan Türkiye 92 ülke arasında 77. sırada. 

Sadece ülkemizde değil bütün dünyada işçi-emekçi sınıfların yapısı, toplumdaki ve üretim sürecindeki yeri değişirken, sendikal örgütlenme de güçlüklerle karşı karşıya. Ama, emek kesiminin son 20 yılda Türkiye'de uğradığı neo-liberal saldırının benzeri, en azından OECD ülkelerinde yaşanmadı. Kapkaççı, vahşi, ahlaksız bir siyasetin emek üzerindeki yıkıcı etkisi ülkedeki açlık sınırına dayanan ekonomik krizle ve otoriter rejimle birleşince DİSK ve benzeri sendikal yapıların bu kadar dayanabilmeleri bile başarı sayılmalı. Böyle bir ortamda işçinin en önemli dayanağı sendikalar güçsüzleşirken, tek silahı olan grev işsizlik ve açlığa mahkûmiyet anlamı taşıyor.

Özetle: İstanbul'da bütün yolların kesildiği, katılacak örgütlerin terörist ilan edildiği, provokasyon tehditlerinin en üst makamlardan dile getirildiği, 45 bin polisin işe koşulduğu bir ortamda, eski gücünde olmayan sendikal hareketin, uzun yıllardır pasifize edilmiş, aş-iş-ekmek derdindeki emekçi sınıfları Taksim'e çıkarmaya niyeti vardı, ama gücü yoktu.

Her fırsatta provokatif eylemlere girişmeyi "devrimcilik" sanan bazı marjinal gruplar da işe karışınca, DİSK'in başını çektiği tertip komitesi Taksim kararından vazgeçtiğini açıkladı. Bir yenilgi havası doğdu, hoş olmadı, ama can kaybına kadar varacak çatışmalara da meydan verilmemiş oldu.

Su noktada eleştirilmesi gerekenin: güç hesabı yapılmaması, bir B planı olmaması, öte yandan CHP'nin kazandığı güce güvenilerek iktidarın tepki ve niyetinin doğru değerlendirilmemesi, ve ciddi bir koordinasyon eksikliği olduğunu düşünüyorum.

Özgür Özel'i yıpratmanın dayanılmaz keyfi

Dünyanın her yerinde 1 Mayıs'ların sahibi ve öncüsü işçi örgütlenmeleri ve sendikalardır. Bu nedenle CHP Genel Başkanı Özgür Özel, 1 Mayıs'ta işçilerle birlikte sendikaların arkasından yürüyeceklerini, hareketin öncüsü değil sendika ve emek örgütlerinin destekçisi olacaklarını açıklamıştı. 1 Mayıs'tan sonra yapılan açıklamalara göre, Taksim'i zorlamama, eylemi Saraçhane'de bitirme kararı DİSK ve meslek kuruluşlarının (tertip komitesinin) kararıydı. Özel ve CHP'liler bu karara uydular. Kimilerine göre; Taksim'e yürümeme kararı Özel'e aitti. Bilmiyoruz, ama ne olursa olsun su kemerlerinin önündeki belleklerden silinmeyecek ibretlik tahkimatın aşılamayacağı, orada polise sopalarla karşılık vermeye çalışanların yarattıkları ortamın vahim olaylara neden olacağı anlaşıldıktan sonra eylemi sona erdirmek sağ duyulu bir karardı.

Ne var ki, bu kararın uygulanma ve açıklanma biçimi, haklı tartışmalara ve eleştirilere neden oldu. Özellikle, düşe kalka da olsa yeni bir yolda yürümeye çalışan Özgür Özel'i yıpratmaktan keyif alan kimi kişi ve çevreler, iktidarın Şamil Tayyar gibi as solistlerine vokal yaparak, Özel'in "0" aldığını, sınıfta kaldığını, işçileri yenilgiye uğrattığını, kendini bitirdiğin söyleyedurdular. 

Evet; Özel ve kurmayları krizi iyi yönetemediler. Bunun birinci nedeninin, CHP'nin sendikalar ve işçi hareketiyle güçlü bağlantıları olmaması, aynı şekilde 1 Mayıs'a katılacak istisnasız bütün sol parti ve örgütlerle koordinasyon sağlanmaması olduğunu düşünüyorum. Tertip komitesiyle kararlaştırılmış bir B planı olsaydı, geri çekilme ve yenilgi tablosu yerine iktidarın yasa tanımazlığını, demokrasi ve özgürlük düşmanlığını kitlelere teşhir eden bir görüntü sergilenebilirdi.

Başlığa dönecek olursam: baş sorumlu ve suçlunun iktidar olduğu gerçeğini göz ardı eden her yorum kötü niyetlidir. Yine, günümüzde işçi hareketinin ve sendikaların durumunu hesaba katmayan yorum ve eleştirilerin eksik ve yüzeysel olacağını; CHP'nin de, kendi gücünü abartmak yerine ihtiyacı olan kitle gücünü  ilmek ilmek örmesi gerektiğini düşünüyorum.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

- Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Devletin birliğini bütünlüğünü bozan hainler kimler?

Dikkatimi çeken, Demirtaş'a devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaktan, Figen Yüksekdağ'a da devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaya yardımdan ceza kesilmiş olması. Soruyorum: Devletin bütünlüğünü, milletin birliğini bozanlar Kobane davasında mahkûm edilenler mi, onları mahkûm ettirenler mi?

 "Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete" mi, hukuka dönüş umudu mu?

Yazının başlığı; çocukluğumdan beri duyup bildiğim, gündelik yaşamda ve siyasette her an tanık olduğumuz haksızlığı, hukuksuzluğu, eşitsizliği ifade eden, yaşam pratiğinden süzülmüş bir deyim...

Istakoz, Maldivler, pahalı saat muhalefeti AKP'nin AK'lanmasına yeter mi?

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda