28 Mart 2012

Bahar Geliyor

Isı 0 derece, parlak öncesi bir güneş şehrin yalnızlığını teselli ediyor. Kaldığım otel odasının tam...

 

Isı 0 derece, parlak öncesi bir güneş şehrin yalnızlığını teselli ediyor. Kaldığım otel odasının tam karşısında, zaten en yüksek rakımlı şehrin en yüksek noktasına kurulmuş Kars Kalesi.  
 
Birkaç kez geldim Kars’a. Şehirdeki kesif yalnızlık duygusu, özellikle beyaz zamanlarda, karın örtüsünü itinayla çektiği aylarda fazlasıyla hissediliyordu. Şimdiki biraz ’’bahar geliyor’’ bekleyişi. 
 
Tarihi boyunca iki kez başkentlik etti Kars. İlki Bagratlar’dır ve şehirde hâlâ Bagratlar’dan kalma On İki Havari Kilisesi benzeri yapı kapitalleri nasılsa korunmuş. Tabii kimlik muhafazası diye bir kaygı gütmemiş bizimkiler. Bizimkiler, derken sadece mevcûd-u umûmîden bahsettiğim zannedilmesin. Selçuklular’dan başlıyor bu ‘’kültürel renovasyon’’ merakı. Hatta, çan kulesini de Ruslar yıktırmış, mezhep farkından olmalı. 
 
Asıl ilginç macera ise, 1918-19 yılları arasını kapsayan Sovyetler Birliği kuruluşu etkisindeki Cenûb-î Garbî Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesi dönemi. İslam’la sosyalizmin sentezini deneyen Sultan Galiyef’çi çizginin bir uzantısı mıydı bu Cumhuriyet, araştırıp bakmak lâzım. 
 
Her gelişimde beni yeniden şaşırtan bu şehrin bir ucu Ani. 11 ve 12. Yüzyıllarda Bagratlar’a başkentlik etmiş devasa bir ören yeri. Aslanlı Kapı’dan girilen Ani’nin arka ucu Aras Nehri’ne dayanıyor, ondan sonrası Ermenistan.  
 
Yıllardır iki tarafın insanları sınır kapısının açılması için dua ediyor. Bu dua bir kararlılığa dönüşemediği için de üç tarafın –Azerbaycan da var bu oyunda- politikacıları kucaklaşmaya ayak diriyor. Kars’tan Ermenistan yakasına geçmek bir kayık mesafesindeyken, bizimkiler Hopa-Batum üzerinden yarım daire çizmek zorunda. 
 
Rus ve Osmanlı mimarisinden kalan az sayıda bina, yanı başında büyüyen eğreti kentleşmeyi deşifre ediyor. Tarihi bina kapitaline son ağır darbe 12 Eylül darbesini izleyen dönemde indirilmiş. Çok sayıda kimlikli, tarihli bina bu dönemde alaşağı edilip yerlerini çok katlı gecekondulara terk etmiş. 
 
Bu dönemin bir histerisi de define avcılığı. Resmi sivil, eline detektörü geçiren tarihi binaların temellerine saldırmış. Bir şeyler de bulmuşlar belli ki... 
 
12 Eylül dönemi, şehrin son Rus nüfusunu da uzaklaştırmayı başarmış. 1979 Türkiye Liselerarası Masa Tenisi şampiyonu Armin, kimbilir nerede yaşıyor şimdi? 
 
Bahar gene de geliyor.  
 
Mehmet Aksoy’un tamamlayamadığı ‘’İnsanlık Anıtı’’ 1750 rakımlı şehrin boşluğu olarak duruyor. Kime sorsanız, parmağıyla Ani tarafını işaret edip, şurada olacaktı, diyor Kars’ta. 
 
Fransız romantik ekolünün büyük bestecisi Camille Saint-Saens, Stravinsky’nin İlkbahar Ayini’ni (Le sacre du printemps), 1911’deki olaylı geçen ilk temsilinde yarıda bırakmış ve bağıra çağıra protesto etmişti. Saint-Saens gibi devasa bir besteci bile, bu tahammülsüzlüğü ile hatırlanıyor bugün. 
 
Ya hiç anlamadıkları alanlarda otorite ahkâmı kesen politikacılara ne demeli? Evinde, eşi dostuyla yapacağı bir sohbette hiç yadırganmayabilecek estetik görüşlerini kamuya açık alanlarda ortaya savurmakta beis görmeyen insanların çokluğu elbette bir problemdir. Hele bu insanlar, kamuoyu oluşturma yetisini ellerinde bulunduruyorlarsa. 
 
Viyana’da Johann Strauss’un üzerine laf etmek kanıtlanmış bir otorite gerektirir. Paris’te Arthur Rimbaud için de öyle. Haydi, Madrid’de Pablo Picasso üzerine Kenan Evren üslûbuyla konuşun, Meksika’nın sağcısına Diego Rivera’yı kötüleyin, Arjantin’in solcusuna da Julio Cortazar’ı... 
 
Ama Mehmet Aksoy konu olunca, ki bu adam ve mermer bir araya gelince sanat tarihi şöyle bir durup derin nefes alır, salın sözü çayıra ama mevlâ da kayırmayacak artık.  
 
Ya’u heykel sanatı diye bir şey var. Tamam, Kureyşiler’e karşı tahkim olmuş İslam coğrafyası bu sanat disiplinini ıskaladı ama bugünde olmak diye bir şey de var. Tamam, ‘’Konuşan Türkiye’’ istiyoruz ama bazan da hele bilmediği konularda ‘’Susan Türkiye’’ paradoksal bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor.
 
Münasebetsiz bir köşe yazarı, isimlerimizi de vererek, ‘’Ne işiniz var Kars’ta?’’ diye sormasaydı, belki ben derin özlediğim arkadaşım Ragıp’ın köşesindeki nöbetimi bu esasen manâsız tartışmayla doldurmayacaktım.  
 
Esasen manâsız, çünkü bizim neredeyse bütün hayatımız bu soy manâsızlıklarla dikine uğraşma hikâyesidir. Yani, Azerbaycan doğalgazı kesmesin diye yıktırılan bir heykele, bir de küfretmenin âlemi nedir? 
 
Kars’taydım. Konuşabileceğim pek çok konu varken, uzun uzun Mehmet’in heykeline reva görülen muameleden bahsettim. Halbuki iyi şeylerden bahsetmek istiyoruz artık, güzelliklerden. 
 
Ragıp artık paltosundan kurtulacaktı, Zeynep her bahar ayrı ışıldayan gözleriyle haber peşinde koşturacaktı. Ayşe, o baharı içinde yaşar, Büşra hem içinde hem her yerde...  
 
Hişşşt! Bahar geliyor.
 
 
Okura not:
 
İstem dışı nedenlerle kısa bir ara verdiğim için T24 okurlarının hoşgörüsüne sığınıyorum. Cuma günleri sizinle olmayı sürdüreceğim. Tadımlık kabilinden, Evrensel gazetesinde, sevgili arkadaşım Ragıp Zarakolu’nun bugünkü köşesinde tuttuğum nöbeti paylaşıyorum. Üç gün sonra“muhafazakâr estetik” ucube midir devrim mi, bakacağız...
 
 

Yazarın Diğer Yazıları

Ödemişli Terzi Sadık’ın hakyemez evladı

Neye inanırsa onu söyler ve bedeli neyse gülümseyerek öder

Yurttaş kimin umurunda, varsa yoksa referandum

AKP, ustalıklı olduğu kadar çaresiz bir rota tespit etti: Bu yerel seçim bir güven oylamasıdır!

SS: Susurluk’tan sonra

Bugün, yevmiyeli hukuk döneminde yaşanan ise, Susurluk’u aratan bir facia. 7 Şubat 2012’de başlatılan yevmiyeli hukuk, belli ki bir süre daha devam edecek.