11 Kasım, Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Fransa – Almanya ateşkes anlaşmasının 100’üncü yıldönümü. Fransa’da onlarca yabancı devlet başkanının katılımıyla büyük bir anma töreni düzenleniyor. Zaten bir haftadır Fransa’da baş konu bu. Fransız Cumhurbaşkanı Birinci Dünya Savaşı açısından önemli yerleri, kentleri geziyor bir haftadır. Son zamanlarda düşen popülaritesi böylece arttırmaya çalışıyor olabilir. Öte yandan, Fransa sözkonusu savaşı kayetmiş olsaydı herhalde bu tür anma kampanyasına girişilmezdi. Nitekim, Almanya’nın pek sesi çıkmıyor.
Ancak, Fransa’daki kampanyanın önemli bir yönü, zafer kutlamaları değil, büyük bir felâketi anımsama, anma şeklinde yürültülmesi. Bu da doğru bir yaklaşım. Çünkü Birinci Dünya Savaşı insanlığın gördüğü en büyük insan yapımı felâketlerden biri. “Büyük Savaş” diye bilinir. Unutulmaması, gerekli derslerin alınması gerekir.
Büyük Savaşı unutmaması, o savaştan gerekli dersleri almış olması gereken ülkelerden biri de biziz. Çünkü o savaş bizi yok oluşun eşiğine getirmişti. Bilmiyorum, Cemil Bilsel’in dev çalışması Lozan’ı okudunuz mu? O dönemi çok iyi anlatan bir yapıttır. Bilsel’in çalışmasını okuyunca görüyoruz ki, 1914 yılında Osmanlı yönetimi daha önce kaybettikleri toprakları güya geri alabileceklerini düşünürek savaşa girmiş. Almanlar da onları bir güzel kandırmış, yanlış yollara sokmuş. Devlet olarak gücünü gerçekçi biçimde hesaplamazsan, yanlış dostlar seçersen böyle olur işte!
Askeri yenilgimiz yetmemiş, bir de 1919 Ocak ayında başlayan Paris Konferansı’nda diplomatik bir hezimete uğramışız. Ömer Seyfettin, bu hezimetten söz ettiği bir makalesinde şöyle der: “Hem el – hak yalnız Konferas heyetini değil, bütün dünyayı kendilerine güldürerek dönüp geldiler.” Bu konferans Türkiye’de genel kültüre mal olmuş bir oluntu değildir, ne yazık ki! Oysa ülkenizin geleceğiyle ilgili bir uluslararası bir konferansda neler yapılmaması gerektiğini öğrenmek, ders almak için Paris Konferansını sadece diplomatlara değil herkese anlatmak gerekir, özellikle dış politika alanında atıp tutan siyasetçilere.
Bu konferansta, bizimkilerin aksine, Venizelos diplomatik bir zafer kazanmış ve Batı Anadolu’yu işgal etme izni almıştır. Konferansta, Batı Anadolu’nun Yunanistan’a, Doğu Anadolu’nun Ermenistan’a verileceği, buna karşılık Türklere İç Anadolu’da dar bir toprak bırakılacağı bir harita öngörülmüştü. Bu öngörü gerçekleşseydi herhalde birkaç on yıl içinde bizi İç Anadolu’dan da atarlardı.
Paris’teki heyetimizin rezil haline bakıp bizi artık bitirdiklerini düşenen savaş galipleri, Mustafa Kemal önderliğinde başlayan kurtuluş mücadelesinin önemini kestirememişlerdir. Kurtuluş mücadelesini güya Padişah adına, halife adına, din adına bastırmaya çalışanların işbirliğine güvenmişlerdir.
Cemil Bilsel, Mustafa Kemal’in Birinci Dünya Savaşı’na girilmesine karşı görüş taşıdığını yazar. Mustafa Kemal haklı çıkmıştır. Savaş bitince de ‘Ne haliniz varsa görün!’ demek ya da birçok Osmanlı bürokratının yaptığı gibi kişisel çıkarları için işgal kuvvetleriyle işbirliği yapmak yerine ölümü göze alarak kurtuluş mücadelesine girişmiştir. Mustafa Kemal olmasaydı, Paris ve Sevr’de içine itildiğimiz ölümcül cendereden, kapandan, kumpastan çıkabilir miydik? Yanıt kesindir: hayır. O günleri isterseniz bin kez inceleyin daha değişik bir yanıta varamazsınız.
Ne var ki, burası Türkiye! Sağda solda okuduğum haberlere göre, hâlâ Kurtuluş savaşını kaybetmiş olmamızı, Yunan işgalini bağımsızlığa tercih edenler var. Korkunç! Gene, okuduklarıma göre bu fikirleri dillendiren fesli bir şahıs varmış. ( Herhalde Yeşil Gece’yi okumamış, fesliler / sarıklılar çatışmasında fesin ne anlam taşıdığını farkında değil. Sarık takması daha doğru olurdu.) 10 Kasım dolayısıyla Atatürk’ü anmadığını söylenen Diyanet İşleri Başkanımız da 8 ya da 9 Kasım günü bu şahsı onurlandırmış. Bunlar doğru olmamasını yeğleyeceğimiz haberler...Eğer doğruysa vay Türkiye Cumhuriyeti devletinin haline!
Atatürk bir kurtuluşa önclük etmekle kalmadı, modern bir devletin kuruluşunu da sağladı. Modern bir toplumun inşası için gerekli temelleri attı. Aruz ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadıksa, gerekli değişimleri yapmadıysak suçu 1938’de dünyamızı terkeden Atatürk’te değil kendimizde arayalım. Entelektüel ucuzluğa kaçıp ikide bir Atatürk’ü, Kemalizmi suçlamanın âlemi yok. İkinci sınıf sağcılar, solcular, liberaller, hattâ aydınlar ve birinci sınıf dinselcilerle bu kadar oldu işte!
Gene de Atatürk’ün attığı temellerin sağlamlığına şaşıyor insan. Atatürk’ün farkını anlamak istiyorsanız, ümmet denilen müslüman ülkelerin hepsini gezin görün, Atatürk Türkiye’si ile karşılaştırın. Bu Türkiye’yi yavaş yavaş kaybetmekten korkuyoruz. Onun için Anıt Kabir’e her yıl daha fazla insan gidiyor, ama yeterince insan gidiyor mu? Korkunun ecele faydası var mı? Göreceğiz. İşler iyi gitmiyor.
Yüksek bir binanın balkonuna dikilip saat dokuzu beşe bizim mahallede neler olduğuna baktım. Otomobiller durmadı. Bir çok dükkanda çalışanlar işlerine devam etti. Sadece ara bir sokakta, sırtı çantalı modern görünümlü bir genç çevresinde kimse olmamasına rağmen durdu. Taksim meydanında Atatürk ile göz göze duran gencimiz aklıma geldi. Umutlandım...
11 Kasımın yüzüncü yılını anma törenlerinin 10 Kasım ile ard arda gelmesi bize Birinci Dünya Savaşında yok olmanın eşiğine gelmişken Atatürk’ün önderliğinde yeniden doğduğumuzu hatırlatmalı. Atatürk’ün yolundan sapmamalıyız.
(Bu arada, umarım, Paris’teki anma törenlerini izleyecek basınımız, biraz olsun, söylediğimiz türden bir hafıza çalışması yapar, liderlerin ikili temaslarına takılıp kalmaz. Bu da bizim açımızdan basın için bir sınavdır.)