Fransız basınında gördüm. Kutsal altıgenin üstünde radyoaktifli bir bulut saptamışlar. Araştırmışlar: Rusya’dan geliyormuş. Bir nükleer kaza mı, yoksa bir üretim süreci kaçağı mı, belli değil. Aslını astarını bilemediğim bu olay Rusların nükleer sicilini aklıma getirdi. 1950’lerde meydan gelen bir kazayı onyıllarca gizlemişler. Çernobil’i hepimiz yaşadık. Ya Ermenistan’daki o meşum nükleer santral? Oldum olası nükleer santralların her türlüsüne karşıyımdır. Rusların ülkemizde nükleer santral işine girmelerini de doğru bulmamamın ötesinde kaygıyla karşılıyorum. Dahası: enerji alanında Rusya’ya bağımlı hale gelmemiz olasılığının da Türkiye’nin iktisadi ve siyasi geleceği açısından bir risk oluşturduğunu düşünüyorum.
Bu benim görüşüm. Farkındayım: Rusya ile işbirliğimizin kapsamı, enerjiden ticarete, Orta Doğu’dan S – 400’lere, gittikçe genişliyor. İyi niyetle “hayırlı olsun!” diyelim. Bildiğimiz bir şeyi fiyakalı dile getirelim: Batı dünyasına tedrici entegrasyonumuza halel getirmeden komşumuz Rusya ile yakın işbirliği kurmak, geleneksel dış politikamızın esaslarından biridir. Bu sıralarda Batı ile bütünleşme sürecimiz nerdeyse durdu, Rusya ile işbirliği hızlandı. “Batıyı bırak, Rusya’ya bak.” diyebilir miyiz? Rusya ile ortak tarihimizi düşünmeden bu soruya yanıt vermemek gerekir.
Rus Devrimi olmasaydı biz Kurtuluş Savaşı’nı hangi koşullarda yapabilirdik? Sovyet Rusya’nın Ankara yönetimine siyasi, fiili desteği de hayati önemdeydi. Bu pozitif Rusya. Bir de negatif Rusya var. İstanbul’a girmesine ramak kalmış, Anadolu’yu en uzun süreli işgali gerçekleştirmiş Rusya. ( Edebiyatçı olarak yeri zirvededir ama Puşkin’in Erzurum’da ne işi vardı? ) Daha yeni oldu: bir Rus gemisi Boğaz’dan geçerken güvertesinde bir asker omuzunda füze ile gövde gösterisi yapıyordu. On yıllardır Türkiye’ye, İstanbul’a bu denli pervasızca tehdit yöneltilmemişti. Unutmayı yeğleyen unutabilir ama siyasi bellek bunu kaydetmiştir.
Rusya’nın bize göre iki yüzü olduğunun bilincine varmış Cumhuriyet yönetimleri bu dev gibi ülkeyle mesafeli ama ciddi bir ilişki kurmayı tercih etmişler, hem ikimiz arasında bir denge,
hem de Batı ile Rusya arasında ölçüyü kaçırmama siyaseti izlemişler, bundan iki ülke de kazançlı çıkmıştır.
Rusya, emperyal tavrını gizlemeyen bir ülkedir. Diplomasinin amacı sorun çözmek değil, küresel gücünü ve nüfuzunu arttırmaktır. Son yıllarda Rusya’nın bir sorun çözdüğünü gördünüz mü? Ancak, Rusya’nın küresel öneminin arttığını gördünüz. Sorun çıkarması bir yana, sorunlardan yararlanmayı, hatta işine geliyorsa sorunları sürdürmeyi çok iyi bilir. Teknik açıdan, şu anda dünyada en başarılı dış politika uygulayıcısı Rusya’dır.
ABD dışında hiç bir ülkeyi eşiti olarak görmez. Rusya, ikili ilişkilerinde ağır basan taraf olmaya çalışır. Dış politika taktik ve strateji uygulamasında, iç politikadan gelen önemli sorunlar yaşamadığı için, güncel gelişmelerden çok sabır ve hesaba dayalı, Batı’dan daha rasyonel ve planlı adımlar atabilmektedir. Artık sadece kuzey değil, güney komşumuz (!) da olan Rusya, herhalde, çok iyi tanıdığı bir NATO ülkesinin kendisine ihtiyaç duymasından keyif almıyor değildir.
Biz de emperyal duyguları hafife alınacak bir ülke değiliz. Astana (Asitane’nin Kazakçası) toplantısını ertelettirmemiz, bize bir jest olsa bile, bizim açımızdan başarıdır. Espriyle karışık söyleyelim: hiç bir Rus diplomatı bize dönüp “Yoksa, siz finlandiyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?” diye sormamıştır. Yanıtın onu utandıracak kadar olumlu olacağını bilir. Bunun böyle devam etmesi gerekir. Şu anda sorunlarımız var ama Batı’nın yerini Rusya tutamaz. Zaten kendisi de tutmaz, tutmak da istemez. DNA’sı farklıdır.
Ancak, “Ha Amerikan salatası, ha Rus salatası... Ne farkeder? İkisi de aynı şey.” dersek, midemiz ötesindeki varlığımız açısından hiç iyi olmaz.