DTK, HDP ve BDP’den oluşan bir heyetle birlikte Xerabê Bava (Kuruköy) ve Talatê (Doğanlı) köylerine gidiyoruz. Meşe ağaçları ile dolu derin vadileri geçiyoruz. Muhteşem güzellikteki vadilerin arasında küçük köyler var. Sümerlerden kalan 5000 yıllık bu köylerin hemen hepsi tarihi yapılarla dolu. Köy evlerinin çoğu da yüzyıllar öncesinden kalmış taş evlerden oluşuyor. Derin vadiler arasında kıvrılarak giderken, yol üzerindeki trafik işaretlerinin üzerine büyük harflerle yazılmış olan JÖH yazıları bizi karşımızdaki muhteşem güzellikten uyandırıyor.
Xerabê Bava: “Hiç böyle işkence görmedik”
Önce Xerabê Bava köyüne gidiyoruz. Köyün ana girişi kapatılmış, bu nedenle başka köylerden geçerek ulaşıyoruz Xerabê Bava’ya. Dışarıdan bakıldığında köydeki tahribat az görünüyor. Yakılmış birkaç ev var. Ancak dışarıdan görünenle, evlerin içleri tezat oluşturuyor. Köydeki birçok evin içi harap edilmiş.
İşkence edildikten sonra tutuklanan Abdi Aykut’un evinde duruyoruz. Ev tamamen yakılmış. Ancak taş bina olduğu için bina yanmamış, içindeki eşyalar kül olmuş. Evin birçok yerinde kurşun delikleri var. Abdi Aykut’un eşi is içindeki iki elini göstererek gözyaşı ile karşılıyor bizleri. Kürtçe “Bizi ne hale koydular” diyerek ağlıyor.
Evi dolaşıyoruz. Odaların içi tamamen yanık. Buzdolabından, fırına her şey yanmış. Evin tandırına bomba isabet ettiğini öğreniyoruz. Mutfak delik deşik.
Bir kadın anlatıyor:
“6 tane helikopter geldi. Bizleri bombaladılar. Gelen timler çok kötüydü. Çoğu Kürtçe konuşuyorlardı. Biz çok asker gördük ama hiç böyle işkence görmedik. Erkekleri köy meydanında toplayıp işkence ettiler. Tüm hayvanları öldürdüler. İnekler içeriye attıkları ateşten boğularak öldü. Hepimiz içerde esirdik, tutsaktık. Ama onlar evlere istedikleri gibi girip hareket ediyorlardı. Vahşetti.”
Abdi Aykut’un oğlu babasından hâlâ haber alamadıklarını söylüyor. Babasının dişleri tamamen kırılmış, bir kulağını koparmışlar. Ancak yapılan bu işkence, sağlık raporuna yansımamış. Bunlara şahitlik eden kız kardeşi o günden beri kimseyle konuşmuyormuş.
Köydeki küçük çocuklarla konuşmaya çalışıyorum. Henüz tekrar okula başlamamışlar. “Evde kaldık, çıkamadık. Yemek yiyemiyorduk. Çok korktuk” diye anlatıyor 8 yaşındaki bir çocuk abluka altında geçen 17 günü.
Talatê: “Bizi parçalıyorlar ama biz onlara hizmet etmek zorunda kalıyoruz”
Xerabê Bava’yı arkamızda bırakıp Talatê köyüne geçiyoruz. Köy yıkıntı içinde. Köyün girişindeki birkaç ev tankların köye rahat girmesi için yıkılmış. Köyün ana içme suyu borusu koparılmış, akıyor. Çamur içinde kalmış olan köyün orta yerinde, sadece taşların kaldığı geniş bir alanda duruyoruz. Bu alanda iki tarihi ev bulunduğunu, bu evlerin sığınağında 5 PKK’linin öldürüldüğünü öğreniyoruz.
Tüm bu bölge sığınaklar ve mağaralarla doludur. Bölgede yüzyıllar öncesinden kalan hemen hemen tüm yapıların altında korunmak için sığınaklar yapılmıştır.
Yaşananlara şahitlik eden köyden bir kadın anlatıyor:
“Burada 2 büyük tarihi ev vardı. İçinde kimse yaşamıyordu. Sahipleri uzun yıllardır İstanbul’da yaşıyor. Evlerin birinde iki, diğerinde üç kişi kalıyormuş meğer. Biz bilmiyorduk. Binlerce özel tim geldi buraya. Önce ufak bir çatışma oldu. Sonra askerler sığınakları suyla doldurdular, içine kimyasal attılar. Ve sığınakları kurşunladılar. Sonra kepçeyle evi kaldırdılar. İçindekiler parçalanmışlardı…”
Alanda, taşların arasında, öldürülen kişilerden kalan eşyalar duruyor. Kadın bir eşyayı alıyor, “Onları parçaladılar, biz hiçbir şey yapamadık” diyor gözleri dolu dolu. Taşların arasında kıyafetler duruyor.
Hemen biraz ötede bir evin duvarında kalan Yılmaz Güney resmini görüyoruz. Yılmaz Güney yıkıntıların arasından selam veriyor.
Kadının 19 yaşındaki oğlunu özel timler dövmüş, burnu kırılmış. Dövenlerin Kürt olduğunu söylüyor:
“Zoruma giden döven askerin Kürt olmasıydı. Zaten herkes Kürtçe konuşuyordu. Onlara dedim ki, bu nedir, başkaları bize zulmediyor hadi anladık, ya siz niye zulmediyorsunuz? Özel harekâtçılar sürekli şiddet uyguluyordu. Bize 'Bu köyü terk edin' diyorlardı. Onlara dedim ki; nereye gideyim, evim burada, ekip biçtiğim toprağım burada, hayvanlarım burada… Bize dediler ki ‘Onların kırsalda yerini gösterin.’ Onlara dedim ki ben yıllardır bu köyde yaşıyorum, ne sizinle, ne onlarla işim olmaz. Üç gün üç gece bomba ve tanklarla evleri yıktılar. Köy muhtarını çok kötü dövdüler, kaburgalarını kırdılar. Yaşamak ve görmek ayrı bir şeydir, biz yaşadık.”
Kadın öldürülen kişilerden kalan eşyalara tek tek bakıyor:
“Askerlere hizmet etmek zorunda kaldık. Yemek verdik, çay verdik. Dışarıdan ses geliyordu. Geberttik, temizledik diye. Ağlıyordum onlara yemek verirken. Ağlamamı görmesinler diye başımı arkaya çeviriyordum. Düşün ki biz ölen evlatlarımız için ağlayamadık bile… Bizi öldürüyorlar, parçalıyorlar ama biz hizmet etmek zorunda kalıyoruz. En çok da zoruma bu gitti.”
Öldürülen 5 kişinin parçalanmış cenazeleri köy meydanına getirilir. Sonra bir temizleme fırçası ile yıkanır. “Düşün” diyor kadın, “Onları yer fırçasıyla yıkadılar. Bir yer fırçasıyla! Bu vahşet değil mi, insanları parçalamak, cenazelerine bunu yapmak vahşet değil mi?”
Şimdi hepimiz elimizi vicdanımıza koyup soralım kendimize:
Xerabê Bava ve Talatê’de yaşananlar vahşet değil mi?